1.
nokta-i nazarımızı teksif etmemiz gereken yer şurası: bir inkırâz var ki başlangıcı endülüs, sonra kırım ve tataristan, sonra balkanlar, sonra türkistan’ın kuzeyi ve nihayet balkanları vurmuş bir küfür tahakkümü şeklinde tezahür etmiş. bu inkırâz sürecek mi? mesela pakistan ve bangladeş’in hindistan’dan koparılması ve hindistan’da bugün yaşanan “islâmsızlaştırma” hareketi bu inkırâzın sürmekte olduğunun bir ifadesi şeklinde mi okunmalı? yine doğu türkistan’da çin halk cumhuriyeti eliyle yürütülen islâmsızlaştırma ve soykırımı bu çerçeve içerisinde mi anlamalıyız? yahut dünya sistemi tarafından doğu akdeniz’de israil diye bir terör örgütüne devlet statüsü kazandırma çabalarını, 7 ekim 2023’ten beri gazze’nin israil terör örgütü elemanlarınca katliama ve tahribata maruz bırakılmalarını aynı inkırâzın bir yüzü olarak mı görmeliyiz?
2.
birinci kısımdaki soruları, inkırâz bağlamı içerisinde düşünmeyenlerimiz çoktur. bizim içimizdekilerin ekseriyeti inkırâz bağlamına yanaşmaz. onları buna yaklaştırmayan hâlen viyana muhasarasından zihinlerinin dönemeyişidir. zihinleri yerine gururları mı desem, öylesi daha mı uygun olurdu acaba? zihinlerini viyana dolaylarında gezindirmek gururlarını okşuyor hâlâ, diyelim. ama bu gururun aslını faslını nerede bulacağımız konusunda tereddüde düşüyorum. acaba taşralı, köylü gururunu alıp ona yapay bir “imparatorluk gururu” mu zerk etti bir kısım tarihçiler ve siyasetçiler? acaba bu gururun aslı, sömürgeci dipçiği görmemiş ve osmanlı’yı istanbul’da rahat oturtmamış anadolu’daki mağrur kara budun’un yarı göçebe ruhundan mı geliyor? nerede bulursak bulalım, gerçek belli: o gururun otantik bir gurur olduğunu kimse iddia edemez. istanbul’da ömer tuğrul inançer gibi yaşayan çok az kişide varsa vardır[1]. yoksa osmanlı’dan bize kalan istanbul’da oturanların çoğu gururu bırakmış, epeyce bir kısmı zaten tanzimat’tan beri de aşağılık duygusuna geçmişti. firenkler karşısında mahviyetkâr, süklüm püklüm duruma düşmüş o seküler tosunların aslında “osmanlı artığı” istanbullular, izmirliler, bir kısım balkan muhacirler olduğunu biliyoruz.
3.
aslında viyana muhasarasının bir türlü bitmeyişinde viyanalıların da payı var. hatta rubina möhring herold’un “türk viyana” isimli bir kitabı bile var. herold’un kitabı, 1964’ten sonra avrupa’ya giden türk işçilerini de işin içine katarak viyana kuşatması’nın tarihini ve şehirdeki bugüne kalmış izlerini ele alıyor. möhring viyana’daki türk işçilerini şöyle tasvir ediyor: “cumartesi günleri alışveriş günleri. kantinlerde yemek yemezler, domuz eti yemezler, yalnızca viyana’nın şimdi her yerde bulunan türk marketlerinden alışveriş yapıyorlar. bir zamanlar sultan süleyman’ın yeniçerileri ile karargâhını kurduğu naschmarkt denilen pazar yerinden sebze ve meyve alırlar.”[2] dünya sistemi’nin ve kapitalizm’in hayat suyunu beslemek için artık 1960’larda, 70’lerde olduğu gibi işçi statüsünde, anlaşmalı, planlı bir “muhacir” alımı uygulanmıyor. daha ucuza gelen yöntemler var. “prekarya” kavramından faydalanarak yeni durumu anlayabiliriz. eskiden sosyal statüsüyle, sigortasıyla, kalıplaşmış bir işçi, proletarya vardı. şimdilerde orta sınıflara doğru geliştirilen bir “prekarya” var. “genel sağlık sigortası” gibi uygulamalarla, belli bir iş yerine ve statüye bağlı olmaksızın çalıştırılan, bizdeki “mevsimlik işçi”ye benzer bir şey bu. mesela ücretli öğretmen prekarya’dır. muhtelif burs programlarıyla doktora talebesinin, doktora-sonrası akademisyenin emeği kısa vadeli projelerle kullanılır ki bu da “prekarya”laşmadır. bu prekarya mantığı, kendisine “gelişmiş ülke” diyen sömürgeci metropol ülkelerine işgücü taşımak için de işletiliyor. şu an köhne avrupa’daki “göçmen karşıtı siyasî hareketlerin yükselişi”ne bakmayın, gerçekte onlar tam da “düzensiz göçmen” işinin başarıya ulaşması için lâzım olan unsurlar. eskiden onca yol çekip gemilerle avrupa’dan afrika’ya köle getirmeye giden, bunun için birçok masraflar ve meşakkatler çeken sömürgeci artık bu maliyetten kurtulmuş vaziyette. kölenin ayağına gitmek, bulmak, yakalamak, köleleştirmek, sağlıklı ile hastayı ayırmak ve onu güvenli bir şekilde “istihdam” edilecek yere götürmek zahmeti artık ortadan kalkmıştır. “düzensiz göçmen” kendi arzusuyla o uzun yolu kat edecek, fizikî dayanıklılığını ispat eden zahmetli ve tehlikeli yolculuğa katlanacak ve köhne avrupa’nın entegrasyon siyasetine de nefsini zorlayacak ki köleliği hak ettiğine dair tasdik ve tescil mümkün olacak.
4.
ikinci cihan harbi’nden, belki birinci cihan harbi sonundan beri “avrupa medeniyeti”nin kimi yasını tutuyor, kimi yok olmasına hayıflanıyor, kimi tekrar canlanması imkânını yokluyor. viyana muhasarasının bitmeyişi, biraz da bu çabalarla ilgili. köhnemiş, “amerikalı olmak” karşısında mağlup olmuş bir avrupa var. az evvel bu yazının başından kalkmak durumunda kaldığımda, twitter hesabıma da bir göz attım, mesela o kısa sanal gezintide leonard cohen’in kitabından bir “yeni yahudi” tasviriyle[3] fransız filozof michel serres’in bir televizyon söyleşisinde sarf ettiği “eğer 30 yıldır abd’nin tüm insanlığı derin bir aptallığa sürüklemek için gönderdiği filmleri televizyonda izliyorsanız acayip bir yaşlılık içindesiniz demektir. (…) dolayısıyla amerikan filmlerini izlemeyi bırakın ve -tekrar ediyorum- zor kitaplar okuyun.” sözlerine rastladım. birinci cihan harbi evvelinin o “güzel çağ”ına, “avrupa medeniyeti”ne meraklıların çabaları “türk korkusu” meselesini de canlı tuttu. köhnemiş avrupa, kendisinin anti-tezini de yanında mı istiyordu? “avrupa medeniyeti”nin çeperlerini tespit etmek için o aşina barbar türkler olmazsa nasıl olacak? peki, “avrupa medeniyeti”nin geçip gitmesi gibi bir zamanların o “terrible turk”leri de tarihe mi intikal etti? cemil meriç’in kulakları çınlasın[4], herhalde bu viyana muhasarası’ndan dönemeyenler ve osmanlı meraklıları türk’ün tarihe intikaline de sebep olacak günahları işleyecekler. türkler artık viyana’ya manav, market açmaya gitse de norveç canisi breivik veya yeni zelanda canisi brenton tarrant’ın hafızası viyana muhasarasını unutmuyor: tarrant’ın cinayet işlediği silahın üzerinde yazılanlar türk nefretini havi ibarelerden bir tanesi de “viyana 1683”[5].
5.
aslına bakarsanız ben viyana muhasarasında “türk ümidi”nin yok oluşuna hüzünlenen avrupalı sanatkârlar var mı, yok mu onu aramaktan yanayım. yıllarca birçokları gibi benim de zihnimi “türk korkusu” meşgûl etti, çünkü gözümüzün önüne hep “türk korkusu” getirildi. bunu getirenler de köylü gururuyla millî bir mefahir olarak takdim ettiler getirdiklerini. bu köylü gururundan sağcılık helvası karanlar, hemencecik versay’da hela olmayışına ve parfümün üretiliş hikâyelerine intikâl ettiler. “türk ümidi” bahsi ekseriyetle güme gitti. vaktiyle avrupa’da, ezilen unsurlar ve zulüm görenler için türkler ümit olabiliyordu[6]. eğer komplo teorilerine merakınız varsa martin luther’in istanbul’a bağlı bir ajan olduğuna dair üretilebilecek hikâyeler size câzip gelebilir. zaten viyana muhasarasından dönemeyenler için martin luther ancak bir ajan olabilir. martin luther’in adıyla özdeşleşen bunalımda, “türk ümidi” aramak onların işine gelmez. hatta suçlamayı ileri götüreyim, onlar bir “türk ümidi” oluşsun da istemez çünkü onlar için cizye alınacak yeni zımmîler daha kârlı bir ihtimaldir. o yüzden biz “roma’ya değil de viyana’ya yönelen bir ‘grand turc’ gerçekte türklükten inhiraf edip yeni bir roma inşa etmek peşindedir” dediğimizde bu söz onlara anlaşılmaz gelecektir. viyana’da o tarihlerde “roma mirası” davası güden bir siyasî odak vardır. roma bir beladır. “roma kurmak” davası da bir belâdır. “türk ümidi” duyanlar için de bir belâdır, eğer roma tekrar kurulacaksa avrupa’nın onca çektiği modernlik sıkıntısı neye yarayacak? ne diyor şair: “ey romasızlık”
6.
okuduklarımdan anladığım kadarıyla fatih sultan mehmed, büyük iskender’in yaptığına mümasil bir iş yapmak ve yeni bir roma kurmak istemişti. onun menkıbe okuyan bir derviş gibi, büyük iskender’in hayatına dair kitaplardan her gün birkaç sayfa okuduğu hatırımda kalmış. bu yüzden, rol modelinin büyük iskender olduğunu söylemek yanlış olmaz. elbette bunun fatih’in şahsî rüyasından ibaret olduğunu düşünmek yanlış olur. fatih’in bunu devlet siyaseti hâline getirebilmesi, başka roma heveslileriyle tetabuk etti.
proje şuydu: 1) istanbul fethedilecek, 2) italyan site devletlerinin elindeki akdeniz taşımacılığı ve ticareti, istanbul’da büyük bir filo kurularak ele geçirilecek, 3) haçlı seferlerinden sonra gelişen finans gücü, bankerlik istanbul’a taşınacak, 4) roma fethedilip katolik kilisesi bir patrik eliyle istanbul’daki padişaha bağlanacak.
fatih dönemine dair okuyanlar, onun her sene seferler tertip ettiği için halk tarafından sevilmeyen bir padişah olduğunu okumuşlardır. o kadar ki bazen orduyu ikiye bölüp kendisi bir tarafa, sadrazam mahmud paşa bir tarafa sefere gitmiştir. istanbul’un fethi başarılsa da roma’ya giden yolların önemli durakları olan iki yer, istanbul’un fatihinin eline geçmez. birisi rodos, birisi belgrad. evliya çelebi, rodos’un “osmanlı jeopolitiği”nde tuttuğu yeri anlatırken rodos mülk-i osmanî’de olmadığı takdirde padişah için “denizlerin sahibi” / “yedi denizin hükümdarı” demenin caiz olmayacağını ifade eder. roma’ya ulaşmak için dönemin en önemli mevkisi olan belgrad da alınamaz. belgrad’ın muhasarasında fatih’in yaralandığını rivayet eden eden kaynaklar da var. bu rivayetin doğru olup olmamasından ziyade, padişahın belgrad’ı almak azminin şiddetini ifade etmesi önemlidir. öte yandan, avrupa’dan birçok yahudinin istanbul’a getirilip yerleştirildiğini biliyoruz fakat istanbul’un bir finans merkezine dönüştüğü, bankerleri celp ettiği söylenemez. fatih’in hıristiyan ilahiyatıyla meşgul olması, rölik koleksiyonları oluşturması gibi şeyler arzu ettiği siyasî neticeleri alamayışından ötürü bugün bağlamından koparılıp fatih’in hıristiyanlığa meyli olduğu gibi uydurmalara sebep olmuştur.
neticede “roma olmak için roma’yı fethetmek” niyeti gerçekleşmemiştir. yine de pargalı ibrahim paşa’nın idamına kadar bu hedefin gözetildiği anlaşılıyor. hatta kanunî sultan süleyman devrinde otranto’nun ikinci kez alındığını da çok zaman sonra öğrendim. muhtemelen “kutsal roma imparatorluğu”nu uhdesinde bulunduran habsburg hanedanın oluşturduğu siyasî temerküz osmanlı’nın dikkatini viyana’ya çevirdi. yine de o yer götürmez, mücehhez, bin kilometre mesafe giden büyük savaş makinası orduyu roma’nın değil de viyana’nın üzerine çeken başka âmiller olmuş mudur diye sormak her zaman mümkündür. kanunî sultan süleyman’ın damadı rüstem paşa’nın lyon bankası’nda %30 faizle mevduat bulundurduğunu[7] öğrendiğimden beri de osmanlı bürokrasisiyle italyan banker ve tüccarlarının ilişkilerini merak eder ve savaşın kimilerince sadece “borsaya adrenalin getiren” yönü beni kahırlandırır.
7.
şüphesiz ki resûl-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, hendek günlerinde konstantiniyye ve roma’ya dair müjdeler verirken, bir “kul peygamber” olarak haber veriyordu. bizler, resûl-i ekrem’in medine-i münevvere’de bir devlet başkanıyken bir “kul peygamber” olduğu bilgisi üzerine pek tefekkür etmedik. “kul peygamber mi, kral peygamber mi tercihi” arasından “kul”luğu tercih edişini sadece bir tevazu vurgusu olarak ele aldık. resûl-i ekrem’in devlet başkanı, emir olduğunu ama “kral” olmadığını fark edemedik. yönetici olmanın başka şey; “kral” olmanın, “sultan” olmanın, roma olmak istemenin başka şey olduğunu aklımıza pek getirmedik. okuduğumuz siyerlere bakılırsa, devrinde de resûl-i ekrem’in bu yönünü anlamayanlar varmış. resûl-i ekrem ölünce, medine’ye karşı isyan edenlerin bir kısmı namaz, oruç veya hac için değil zekât vermemek için isyan etmişti. bunlar medine’de bir kral olduğunu, zekât adı altında kendilerinden haraç aldığını zannediyorlardı. o kral ölünce de eski serbest hayatlarına döndüklerini zannettiler. zaten oraların latincede “felix arabia” oluşu biraz da kralsız, romasız oluşundan değil miydi?
böyle dikkatlerimiz olmadı veya zayıf kaldı. bu yüzden osmanlılık ile türklüğün tefrikine de tuhaf nazarla bakanlar çoğunluğu teşkil ediyor. iç içe yaşayan ama birbirinin zıddına veya hilafına iki içtimaî temayül/toplumsal yöneliş zihinlere pek yatkın gelmiyor. hâlbuki tarih okumak bize böylesi fenomenlerin çok olduğunu gösterir. bu yazıyı okuyanların “zıt sosyal yapı” olarak kültürel hafızasına en tanıdık, en yakın olanı herhalde medine-i münevvere’de müminlerle münafıkların bir arada yaşamasıdır. zıt denemese de osmanlı devrinde kuvvetli bir göçebe – yerleşik ayrımı vardı ki neredeyse zımmîlerle müslimler arasındaki sosyal fark derecesinde bir fark arz ediyorlardı.
türkiye’de mutlak anlamda bir “türklük versus osmanlılık” ayrımını yine aynı kelimeler üzerinden kökleşip gelmiş şekilde; adı konmuş, belirginleşmiş bir tavır hâlinde tarihin içerisinden bulmak mümkün değil. tavır var, ayrılık var, temayül var fakat adını koymak ve sosyal anlamda ayrışmak daha sonraya, buhran zamanlarına denk geliyor ki böylesi de beklenecek, insan tabiatına muvafık olan bir vakıadır. istanbullu fahir iz’e “estağfurulluh! ben türk’üm, zât-ı âliniz osmanlısınız” diyen erzurumlu çobana[8] gelen bir vetire var. istanbullu taşralı ayrımının gelişmesi bir günde olmuyor, üç dört asırlık bir devirden bahsediyoruz. 1872’de yazdığı bir yazıda nâmık kemâl, tanzimat fermanı’na rağmen istanbul doğumluların mecburî askerlikten muaf tutulduklarından bahisle bunu şikâyet konusu ediyor[9]. siyasî anlamıyla yapay bir osmanlılık üretilmeye çalışıldı, bu tutmadı. fakat istanbul’da teşekkül eden, kozmopolit bir osmanlı tipi olmadı mı? peşine düşerseniz, bir portresini çıkarabilirsiniz. 1920’de ahirete intikal eden halvetî-şabanî şeyhi ahmed amiş efendi’nin “bir kahvede oturursanız yanınıza birisi gelirse kahve ısmarlayınız. meyhanede olursa rakı ısmarlayınız. osmanlılık böyledir.” sözünden hareketle işe koyulabilirsiniz.
8.
ömer seyfeddin’in türk yurdu dergisinde balkan savaşlarının bittiği günlerde, ağustos 1329’da “piç” başlıklı bir hikâyesi yayınlandı. bu hikâyede türklükten inhiraf eden bir adamın hikâyesi anlatılır. hikâyenin girişi ise bugün artık balkan savaşlarının intikâmını unutmuş, balkanların islâmsızlaştırılmasını gündeminden çıkarmış günümüzdeki bazı arap düşmanı, islâm düşmanı gençlerin şaşıracağı bir türklük yaklaşımı bulunur. aslında bu pasaj, bugün viyana muhasarasından gelemeyen birçoklarını da rahatsız edecek mahiyette. türk olmaktan gocunan ama “biji serok obama” diye slogan atmaktan imtina etmeyen firenkperestlerin de sevmeyeceği bir pasaj. buraya iktibasen alacağım bu pasajı okurken, lütfen şunu düşünün: “bugün hızını kesmeyen haçlı seferleri, yeryüzünün islâmsızlaştırılması ve türkiye’nin endülüsleştirilmesi faaliyetleri hilafına bir hareket nerede ve nasıl temerküz edecek?”
“ah mısır! bazı türkler oraya eğlenmeye, hava değişimine giderler! bilmem o hayata, o manzaraya nasıl tahammül ederler? ciğerlerine milyonlarca verem mikrobu saldırmış üzgün ve halsiz yatan bir hastanın başucunda hiç eğlenilir, hiçbir yaralının akmış ve daha kurumamış kan selleri üzerinde badeler içilir, keyifler çatılır, naralar atılır mı? ben, mümkün değil bir hafta oturamam. geniş ve otomobil dolu caddeler, heykelli meydanlar, içine girilmez bir kuvvet ve bir para kalesi gibi yükselen büyük bankalar, büyük tiyatrolar, peri saraylarını andıran süslü ve billurlu gazinolar… hep, hep bu yabancı müesseseler bende ağır bir kâbus yaratır. gözle görülen her şeyin yabancı olduğunu, yabancılara ait bulunduğunu düşünmek sinirlerime dokunur. sokakları dolduran sayılmaz şapkaların zalim ve kurnaz, gaddar ve namussuz gölgelerinde sararmış solmuş gibi boyunları eğri, zayıf, mahzun dolaşan sarıklı yerlilere, bu zavallı arap kardeşlerime kalbimde derin bir sızı duymadan bakamam. necip araplık, yükselmek isteyen türklüğün o kuvvetli ve mukaddes kanadı, orada kendi vatanında esirden başka bir şey değildir. türklerin çekilmesiyle beraber hain ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen avrupalılar, bu zavallı islam memleketinin bütün hayat damarlarını ellerine geçirmişler, doymak bilmez kudurmuş bir açlıkla, azgın bir hırsla din kardeşlerimizin kanlarını emip dururlar… bütün servet, bütün kuvvet, bütün mutluluk onlarındır… ben mısır’da çok sıkılır, kendimi adeta bir zindanda sanırım. bu manevi zindandaki tutuklu kardeşlerimin arasında serbest gezmek hoşuma gitmez. daima otele kapanırım. hakiki bir zindan hayatı geçirir, yıllardan beri düşmanların eline düşmüş olan bu kıymetli vatanın sönmez matemlerini tutar, elemler içinde kıvranmaktan acı bir zevk duyarım.
bu sefer de yine kendimi böyle hapsetmiştim. bingazi’deki muharebeye karışmak için beraber yola çıktığım arkadaş kahire’de hastalanmıştı. doktor on gün istirahat lâzım geldiğini söyledi. onu beklemeye mecburdum. hem türk düşmanlarının, yani avrupalıların hâkim bulunduğu bir yerde zaten yakalanmak için aranan bir türk’ü, bir kan kardeşimi yalnız bırakabilir miydim?
bu on gün bana on senelik bir kürek cezası gibi geldi. yatakta duramazdım. gündüz garsona gazeteleri aldırır, okur, bir koltuğa uzanarak saatlerce adı dünya yüzünden kaldırılmaya çalışılan türklüğün talihini düşünür ve terlerdim. işte asya’daki türk hükümetlerini bitiren avrupalılar, onların din ve şan kardeşlerine, araplara da saldırmaya başlamışlardı. bütün turan, bütün hindistan esirdi. ingiltere kralı yeniden hindistan’daki eski türk imparatorluğunun tahtına oturmak için mısır sömürgesinden geçerken, şimdi cihan politikasında bir gölge halinde kalan büyük hakanın oğlunu ayağına getiriyordu. türklerle beraber araplar da eziliyor, sudan, fas, cezayir, tunus ve nihayet trablus ve bingazi de alınıyordu.”
mehmet raşit küçükkürtül
[1] merhum ömer tuğrul inançer’in vakârı da bunların pek azında kalmıştır. bunların kahir ekseriyeti de mağruriyetlerini, kahırlı ve hüzünlü bir nostalgia içerisinde yaşarlar. bir gün duygularımızın tarihi yazılırsa daha tafsilatlı bir manzarası çıkarılacaktır, ben bir örnekle iktifa edeyim: “necip fâzıl beyi aşağı yukarı kırk seneden beri tanıyorum. kendisini ilk defa abdülhâk hamid beyin maçka’da maçka palas’taki dairesinde çarşamba günleri kabul gününde tanıdım. abdülhâk hamid bey kendisini severdi ve gelmediği zaman veyahut geç kaldığı zaman ‘ay içim sıkılıyor, ne oldu; niye gelmedi?’ diye hayıflanırdı. çünkü abdülhâk hâmid beye gelen bütün zevât eski osmanlı terbiyesi ve daha ziyade bu terbiyenin baskısı altında hiçbir yenilik göstermeyen bir hoş sohbet içindeyken birden bire bir bomba gibi necip fâzıl bey gelir ve bu eski osmanlılara bir aşı şeklinde konuşmalar yapardı. bunlar hem korkarlar, hem şaşırırlar, hem hoşlanırlardı bu tarz konuşmalardan. çünkü kendilerini kendilerine müdafaa eden bir sesti bunların arasında necip fâzıl’ın sesi.” (bu metni selma günaydın’ın kurtuba yayınları arasından çıkan “meyveli ağaç (necip fâzıl’a ve sanatına yöneltilen eleştiriler)” kitabından nakille aktarıyorum. kitap (ankara, 2010 – 1. baskı) bu satırları, hisar dergisinin 1977’deki 163. sayısındaki abdullah uçman’ın ayaşlı ile yaptığı mülakâttan naklediyor.
[2] sy. 82, türk viyana, rubina möhring herold, esra yayınları, 1993
[3] mehmet sabri genç’in 3 mart 2024’te twitter sayfasından paylaştığı not şöyleydi: “kendisi de bir yahudi olan, muhalif müzisyen/sanatçı leonard cohen’in görkemli kaybedenler (beautiful losers) adlı bir de kitabı var… bu kitabın 173. sayfasında “yeni yahudi kimdir?” diye soruyor ve cevaplıyor… derinden dokunduran tespitler: “yeni yahudi aklını zarafetiyle kaybeder. başarılı mesih politikaları, renkli göktaşı yağmurları ve bunun gibi simgesel havalara yol açan soyutlamalara parasal destek verir. tarihin defalarca gözden geçirilmesi sonucunda bellek kaybına uğramıştır ve gözler görülür bir hevesle kabullendiği bu gerçek, unutkanlığını okşar. damgalanmanın değerini bin yılla değiştirir ve her milletten insanın bunu üstün bir cinsel tılsım diye kovalamasına yol açar. yeni yahudi, sihirli kanada’nın, sihirli fransız quebec’inin ve sihirli amerika’nın kurucusudur. özleyişin sürprizler getirdiğini kanıtlar. pişmanlığı özgünlüğün siperi niyetine kullanır. zenci üstünlüğü konusundaki, yekpareliğe meyleden özlemli teorileri karıştırır. bütün dünyayı yeniden doğumla baştan çıkartarak geleneği bellek kaybıyla teyid eder. kendisine bırakılan mirası koşulsuz kabul ederek tarihi ve ritüeli yok eder. iktidarlar onu zararsız saydığı için pasaportsuz yolculuk eder. cezaevlerine sızması uluslarüstünlüğünü güçlendirir ve yasal durumunu okşar. bazen yahudidir ama her zaman amerikalı ve ara sıra quebecli’dir. bunlar ikimiz için, vieux copain, kurduğum hayallerdi: yeni yahudiler, ikimiz; ibne, militan, görünmez, birbirlerine dedikodu ve ilahi kanıtla bağlı olası bir yeni kabilenin mensupları…
[4] “türkoloji kelimesinden daha yüz kızartıcı bir kelime yoktur. ruslar çıkarmıştır bu kelimeyi, ölü milletler için. sümeroloji gibi. bu kelime, türk medeniyetini paranteze almak demektir. bu müthiş yalanı bize de kabûl ettirdiler.türkoloji, osmanlı’yı paranteze alan, âtıl bırakan bir kelimedir. neden bir frankoloji yok da türkoloji var. biz ölü müyüz? (sy. 19, cemil meriç ile sohbetler, halil açıkgöz, doğukütüphanesi, 3. baskı, istanbul 2013)
[5] https://www.trthaber.com/haber/dunya/yeni-zelandada-2-camiye-teror-saldirisi-49-olu-408488.html (erişim tarihi: 4 mart 2024)
[6] “Türkenhoffnung (Türk Ümidi): bu kavram “Türk korkusu”nun bir sonucu ve ürünü olarak ortaya çıkmıştır. osmanlı imparatorluğu sınırına yakın olan ülkelerde hıristiyan hükümdarlarına rağmen sıkıntı içinde yaşayan insanlar, sosyal iyileşme getirir beklentisiyle osmanlılara sıcak bakmışlardır. bu tutum özellikle baskıcı yönetimlerden ve ağır vergilerden bunalmış çiftçilerde görülmektedir. Türklerin hâkimiyeti altındaki bölgelerde uygulanan adil düzenlemeler Almanya’da zor koşullarda yaşayanlar tarafından duyulmuş ve bu da Türklere karşı olumlu bakışı özendirmiştir.” (alman dilinde “türk” sözcüğünün kullanım alanlarına geçmişten günümüze bir bakış, leyla coşan, türk kültürü incelemeleri dergisi 22, İstanbul 2010)
[7] “osmanlı imparatorluğu’nda faizler düşük, avrupa’da yüksek olduğu için birçok tüccar ve zengin devlet adamları avrupa bankalarına para yatırırlardı. kanunî’nin ünlü veziriazamı rüstem paşa’nın lyon bankası’nda %30 faizle yatırılmış muazzam mevduatı vardı” (sy. 161, osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi, prof. dr. mehmet ali ünal, fakülte kitabevi, 3. baskı, ısparta 2017)
[8] “fahir iz yazara şöyle bir anısını anlatmıştır: erzurum civarında askerliğini yaptığı sırada konuştuğu bir çoban, onun ağzından çıkan ‘biz türkler’ sözüne çok şaşırır. ‘estağfurullah’ der, ‘ben türk’üm, zât-ı âliniz osmanlısınız.” (sy. 28, trajik başarı [türk dil reformu], geoffrey lewis, terc: mehmet fatih uslu, paradigma yayıncılık, istanbul 2007)
[9] sy, 295, “acaba istanbul’dan niçin vergi ve asker alınmaz”, osmanlı modernleşmesinin meseleleri, nâmık kemâl-1, haz. nergiz yılmaz aydoğdu – ismail kara, dergâh yayınları, 2. baskı, şubat 2019
1 Yorum