Üvey Vatandaşlar İçin Teselli Şarkıları 15: Dağlar Birer Dağ, Kuşlar Birer Kuşmuş

Onlar mükemmeller. Ciltleri pürüzsüz, sütten kesilen bebeklerin yanakları misali pespembeler. Onlar ışıl ışıllar, sistematikler, heyecanlılar, kanlı canlı ve diriler. Omuzları geniş, omuz başları dik, bakışları vakur, adımları itidalli, her şeyden evvel, kendilerinden eminler. Sustaları var, kelebekleri, sallamaları, döner bıçakları, mavzerleri ve muhasara topları…

Savaşın barışla, barışın savaşla kaim olduğu bilgisini haizler.

Gözleri, fıtrî sevginin, anne şefkatinin ve çocuk merhametinin amansız yakarışlarını, karşı yakaya bağlayan köprülerin ayaklarına döşenen dinamitlere takılıp kalmışlar. Güvenlik arzusundan çıldırıyorlar. Her türlü namussuzluğun, kıyıcı infazların, mütecaviz hamlelerin ve yol kesen eşkıyaların bekçiliğini yapıyorlar. Gece, birinci kat semadan indirdiği zararlı mikropları, sis nam zat bulutlarla şehirlerin üzerine çöküverince, yuvalarında dört dönen alaca baykuş gözleri, güneş, karnını gerip perdelerini açtığı vakit, şah kartalların keskin bakışlarında şavkımaya devam ediyorlar.

Onlar, cemiyetin temayülüne bigâne kalamayacak kadar halkın içindeler. Yine de, garip bir şekilde rafine zevklerle kuşanmışlar. Kimi, hassaten soğuk havalarda sütlü tatlıları tercih ederken, kimi şerbetli tatlılardan asla ödün vermiyor. Karl Marx hazretleri sırf sütlacı sevmiyor diye, bin asırlık pirincin hammaddesi ve amansız iş gücünün motor kuvveti Çin Sosyalizmine berhava edilemeyecek kadar kıymetli.

Onlar netler. Kesinkes eminler, diyalektikleri estetik, paradigmaları yıkıcı, bütün anti-tezlerin yıkıcılığına rağmen, tutarlılığı tekrar inşâ edebilecek kadar esnek ve genişler. Failleri, çocukluk travmalarına maruz kalmayan asil ruhlardan mürekkep, ervahı mukaddesatın incileri… Tam da bu yüzden yaşadıkları çağı yorumlarken son derece şeffaf ve tarafsızlar. Ne kin güderler, ne koyun gibi güdülürler. Geleceği dizayn ederken güdümlü füzeler gibiler. Hem nalına hem mıhına vuran bir nalbant marifetiyle açık görüşlü, tutarlı ve işlevseller.

Bunca netliğe rağmen, onlarda da, pekâlâ şüphe ve bulanıklık gözlemlenebilir. Tarihte vâkidir. Çünkü beşeriyetin mahsulü olmak bunu gerektirir. Kuyumcu kantarındaki altın tozunun kıymeti harbiyesi nispetinde -birkaç gram şüphe- kime ne zarar verebilir?

Onlar, yer yuvarlağının sınırları içinde sınırsızlar. Sayılı nefeslerini, siyatiğini ve eklem ağrılarını Şamaş’tan alan Hammurabi, mutlak gücünü, masumiyet karinesini ve kusursuz otoritesini Tanrı’dan alıyor. Tâ ki yasayı koyan, onaylayan, gerektiğinde karşı çıkan, referanduma giden, reddeden, şak şaklayan, ıslık çalan ve tarumar eden, biraz dinlendirip yürüten, yürüttüğünü koşturan, koştuğunu suvaran, suvardığını serinleten, sonunda yargılayan ve affeden bir tanrı olup, karnı acıkınca diğer tanrıları afiyetle yiyen bir çöl Zeus’una dönüşene kadar… Babil Hanedanlığının sırma saçlı vak’anüvisleri, bütün kuvvetlerin adı geçen bu deyyuslarda toplandığı hükümet sistemine mutlak monarşi diyorlar.

Âlem-ü cihanı adalet kandilleriyle aydınlatmak için, obaları beyliklere, beylikleri vilayetlere, vilayetleri şehirlere, şehirleri kıtalara ekleyen Yavuz Sultan Selim Hanın fetihlerine, Memlük Sultanı Kansu Gavri, sanatsever avânesi ve hayırsever yarânı yağmacılık diyor. Aradan geçen beş yüz küsur seneden sonra sakallarını kaşıya kaşıya tarihi bir doktrine paralel doğrular çizen bir teorisyen, bütün siyasi yetkileri tek başına elinde bulunduran ve yasalara karşı herhangi bir yargılanmaya maruz kalmayan politik aktörlere otokrat, işbu rejimin posasına da otokrasi ismini veriyor. Tamam diyorum tarih yazıcılarına, oldu o zaman. Zaten Timur’un da koca koca filleri vardı, kendi gibi filleri de gaddar mı gaddardı! Cengiz’in yasaları şeriattan önce geliyordu ama Timur da İslam’ın Kılıcıydı. Koskoca Beyazıt Han kahrından çatlamadı mı? Yıldırım gibi çatladı çatlamasına ama Ali Şir Nevaî merhum da Timur’un mihmandarlığında neşvünema bulup palazlandı. Palazlandı da ne oldu? Semerkantlı kudemanın daralan sadrına inşirah verecek simyayı buldu. Buldu da ne oldu? Dağ göllerine uzanan ulemanın ve şuaranın derin mi derin uykularında unutuldu. Tamam diyorum Platon’a. Amfi tiyatronun mermer sütunlarında dizlerimi büküp hokka kırmadımsa da, ben de devletimi seviyorum. Üstelik hiçbir tanıma sığmıyorken sevgi… Kemal Tahir’den mülhem, devlet bizde babadır, diyorum. Almaz çünkü verir. Vermekle kaimdir, elini öptürmekle maluldür. Bir elinin verdiğini diğer eli de görsün ister ama yine de verir. Kardeş katli vaciptir. Devlet ki babamızdır, isterse döver isterse sever. Akşam eve gelince gönlümüzü almasını bilir. Nasıl toprak anamızsa, devlet de babamızdır, başımızı okşar, hatırımızı sorar, kanımız ona mubahtır. Baktı mundar gidiyoruz, bıçağını bileyiverir.

Ya Fatih devrinde yaşasaydım diyorum, devleti babam yerine koyabilecek miydim? Bu kadar açık fikirli düşünebilecek miydim? Hadi diyelim düşündüm, düşündüğümü söyleyebilecek miydim? Hadi diyelim söyledim, Koskoca Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri, “Evladım! Madem bu kadar açık fikirlisin, seni Seyyid Nesimî’nin yedi kıtaya dağılan parçalarını bulmakla vazifelendiriyorum. Onları bul ve birleştir. Sonra dağılan parçalara ruh üfle. Zerreden kürreye, parçadan tohuma doğru genişleyen bir düşünce ekolü kur ve Nesimî’nin naçiz vücudunda duhul buyur!” deseydi, yüzümü nereye gömecektim? Günde bilmem kaç yüz fersah yol tepen, ömrü nakdini seferlerde bozduran, ayak tabanları nasırlardan bir çarık haline gelen iki onluk bir yeni çeri irisi olsaydım, devlete ne isim verecektim? Ya Viyana kapılarında inim inim inleyen humbaracıların şahı ben olsaydım? Ya Kanuni Sultan Süleyman devrinde lağımcıların piri ben olsaydım? Toprağın kasıklarını kasıp kavuran ince metallerin altında harıl harıl harlanırken, “Devleti ebedi müddet aşki içün, şol viranelerin meşki içün!” diye diye kazmanın sapını kırabilecek miydim?

Onlar diyorum, karanlık dünyamızı aydınlatan ısı ve ışık kandilleri. Mesela Nietzsche diyor ki, “İnsanlar pervaneler misali ışığın çevresinde toplanırlar. Daha iyi görebilmek için mi?” Cevap veriyor Nietzsche, “Hayır, daha iyi parıldamak için!” Desin, o sekiz onluk bıyıklarını yolsun da sabaha kadar inim inim inlesin. Tanrı-kentlerin firavun fareleri hiç de öyle demiyor. Tarih yazıcıları bu nurdan kandillerin en kralına RA diyorlar. Isı ve ışık saçıyor RA! Önümde eğilin, bana secde edin diyor RA! Nasıl yazılıyorsa öyle okunuyor. RA! Güneş tanrısı… Kendi gibi tanrı olan Horos’un beşinci kuşaktan torunu olan bu mazruf müddei ve ismiyle müsemma halefleri; insan gibi yiyip, insan gibi içip, insan gibi giyinip, insan gibi cima edip, insan gibi def’i hacet görüp, tanrı gibi yargılayıp, tanrı gibi affedip, tanrı gibi bilet kesmekte pek mahirler.

Sözü geçen hasletlerle temayüz eden Antik Mısır’ın baldırı çıplak Firavunlarına despot, mutlak siyasi güçle hükmeden, tek bir idari otoriteye sahip hükümet biçimlerine de despotizm diyorlar.

Kim diyor?

Halkın kendisi için iyi olana karar vermesi, sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için muhtelif engelleri ortadan kaldırmasını ön gören katılımcı rejim-severler diyor.

Kim oluyor bu katılımcı rejim-severler ki benim için iyi olana benim karar vermemi, başkasının sorunlarına da benim çözüm üretmemi bekliyorlar? Tarih yazıcıları onlara demokrat diyor.

Demokratlar, insanların, Allah’ın orduları üzerine ordular salmasına demokrasi diyorlar.

Onların hepsi yeşil renkteler. Doğa ve insan arasındaki ilişkiye odaklanan yegâne renk yeşil olduğu için, onlar da mecburen yeşiller. Mavi ve sarının bundan haberi olmasa da, karışımı ve karışıklığı imlediği için başkaldıran, baş eğen ve baş kesen tüm renk körleri kan rengini yeşil zannediyorlar. Her koşulda, her türlü otoriteyi reddeden otorite sahipleri, devleti yeşil bir söğüt ağacına benzetmeyen bütün rejimlere anarşizm diyorlar. Hayvanlara eziyeti insanların refahı, giyim ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması gerekçeleriyle meşrulaştırmak isteyen ezici çoğunluğa karşı yeşil anarşistler, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin durdurulmasını isteyecek kadar renk körü, insan-merkezci sistemlerin odağına insanların gelmesini isteyecek kadar yeşiller.

Aksini savunanlar, aksi yönde akan tüm nehirlere kapitalizm diyorlar.

Sapına kadar haklılar.

Frankurt Okulu yemekhanesinde eser miktarda ete ulaşamayıp gerekli proteini alamayınca, durduk yere kovana çomak sokan Theodeor W. Adorno ve Herbert Marcuse’un primitivizmi kavramsallaştırmasını başka nasıl açıklayabilirler ki?

Onlar evrenseller. Evren, kâinatın neresine düşüyorsa artık, tanımı dünya ile mahdut tüm uzaylarda ebedî ve bakî olmakla övünmekteler. İlelebet payidar olmakla meşhur, topu kumaşı yüz yıllık bir prosesin, Mezopotamya topraklarında, iki yüz yıl sonra ezelî olmakla tanımlanacağına, tanımı yapan Neo-Homerosların bu cüretlerinden karıncanın tırnağı kadar hicap duymayacaklarına adım gibi eminim. Onlara şöyle mi diyeceğim. Ey büyük çopurluğum! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, durmadan yürüyeceğime, azmü cezmi kast eyledim! Yeminim şart olsun! Şu nakıs varlığım, Türk varlığına armağan olsun!

Köy Enstitülerinde iç geçiren taşralı kızlar, ardıç ağacından yapılan keman kutularına Cumhuriyet diyorlar.

Onlar sapasağlamlar. Devinmekle beraber, devraldıkları özü koruyan, geliştiren, bayrağı ileriye, en tepeye, atîlerin atîsine taşıyan demir yumrukları sapasağlam. Bir yerde bir yangın mı var, telaşa mahal yok. Bolşevik bozkırlarında permaya yatan anarşist komünistler, 870’lerin sonunda kuyruğunu indirip kolektivist modelin eleştiri süreciyle, iktidarın devletin tekelinde toplanmasına şak diye karşı çıkar. Anarkosu, anarşosu, liberteri, aynı hamurun isteğe göre çavdarlı, çörek otlu ve ekşi mayalı türevleri, proletaryanın midesinde kaynar da kaynar.

Emile Zola kapı gibi Germinal’i yazmış. Bilfiil otuz beş sene maden ocaklarında bir somun ekmeğe talim eden zavallı adam kömür kussa ne yazar.

Onlar karnımızı tok, sırtımızı pek tutuyorlar.

E Molla Kasım kim’ola bunlar, legolardan nizam-ı âlem kuruyorlar, diyorum. Onlar fikirler, diyorlar. Kahir ekseriyeti yüz yılın başında peydahlanan muhtelif tarih yazıcıları, façası düzgün olup dört başı mamur olanlara ideoloji diyorlar.

Kim diyor, kim oluyor bunlar?

Birkaç lisan bilip, yaşadığı çağın çocuğu olmakla göğsünü paçalı horozlar gibi kabartan, yaşadığı çağa kadar yazılan el yazmalarını kemirdikçe semiren, semirdikçe kebikeçlere rahmet okutan kitap kurtları diyor. Gerdek gecesinde bile kitap yazan halay başları, ideologlar, antropologlar, sosyologlar diyor.

Keşke ben de bir fikrin ateşli savunucularından olaydım, diyorum. Olaydım da anamın tereyağlı katmerlerini o kömür kusan fakirle paylaşaydım. Büyük bir dava uğruna çalışıp yorulaydım. Başımı yastığa koyduğum an uyuyaydım. Bulgakov’un kahırla resmettiği bir Rus askerine mesela, lahana çorbasına, Stalingrad’ın yamaçlarına, yoldaşım diyeydim, işte örsüm, işte çekicim! Sen de çıkar demirini. Sevdanın, aşkın ve ayrılığın kimyasını birlikte eritelim. Ferhat değilsek de dağları birlikte, kardeşçe delelim. Karındaşım diyeydim başkasına, tuğunu çıkar hele okunu fırlat, vardığı yere kadar, gözün gördüğü yere kadar olanca toprak yurdumuz olsun. Otağımızı kuralım. Boyumuz boylansın, soyumuz soylansın! Şöyle bir gerinip, bir nutukta ben savuraydım. Ülküdaşım diyeydim -ne kadar ciddisin resimlerde- sen ki bir kurdun nefesinde, Tanrı Dağlarında yeniden yeşereceksin. Sen ki ölümsüz bir civanperçemisin, hele biraz gülümse.

Onları, harici belleğin ardiyelerine boşaltıp kendimi sokağa atıyorum.

Kendimi sokağa atıyorum, yani hayata karışıyorum. Yani bir bakıma, hayatın işime karışmasına göz yumuyorum. Ama gözlerimi yummuyorum, gözlerimi yumarsam, okuduğum kitapların mükemmel fikirlerine kapılıp evimin yolunu unutabilirim. Gözlerimi açık tutuyorum, açık tutuyorum ki, her şeyi görebilme ihtimalinin, bedenimi ve zihnimi sarsıp beni kendime getirebileceği gerçeğini az buçuk kestirebiliyorum.

Böyle iyi, böyle güzel, böyle serin.

Adımlarımı hızlandırıyorum.

İki bacağı birden kesilince ömür billah annesinin sırtında seyahat etmek zorunda kalan, buna rağmen yüzünden gülümseme eksik olmayan ufacık bir yavrucakla göz göze geliyorum. Fikirlerin irapta mahalli kalmıyor. İdeolojiler buharlaşıyor. Gülümsüyor çocuk, ben de gülümsüyorum. Her an, o amansız çaresizliğe peşrev çeken insan yarması bir pehlivan gibi acılara göğsünü germediğini, insanın zamanla kendi gerçekliğiyle barışabilme ihtimalinin hayata küsüp oyundan çıkma ihtimalinden daha çarpıcı ve acı verici olduğunu, ancak biraz daha yürüyünce idrak edebiliyorum.

Arthur Schopenhauer’un, “Görüş, etki ve temas alanımız ne kadar darsa, o kadar mutluyuzdur: Bunlar ne kadar genişse, o kadar ıstırap çeker, ürkeriz. Çünkü bununla birlikte kaygılar, arzular ve korkular da çoğalır ve büyür. Bu yüzden körler bize ilk bakışta göründüğü kadar mutsuz değildir.” dediğini hatırlıyorum.

Harfler ve bir takım semboller kendimi kandırmama yetmiyor. İki bacağı olmayan o çocuğu düşünmeden edemiyorum. Ve muhtemel eleştirileri, sosyal gerçekçileri, insanı topluma tercih etmek gerektiğinde dudağını ısırıp kanını emenleri, kundakta boğulan çocukları, insanı ideal komünlerin parçası olarak gören tümden gelimcileri… Ve beni, konuyu ajite etmekle itham edebilecek dünya-bilirleri. İki bacağı olmayan çocuğun annesini, o kadının sırtının eğimini düşünüyorum. Yıllar içerisinde, başka bir erkeğe ihtiyaç duymadan, yamulan kaburga kemiğini kendi elleriyle düzeltebilme trajedisinin aslında bir lütuf olabileceğini… Kadının alnından düşen terleri -şimdi bir melek olsam- ışık hızıyla yerimden fırlar, kanatlarımı açar, toprağa düşmesinler diye altına serilirdim diyorum. Dünyanın hâkim tepesine konuşlanan ideolojiler, sevinçle ve biraz da tedirginlikle okçular tepesini terk ediyorlar. Mufassal orduların geniş düzlüklerde çıkardığı toz bulutlarının ardından baka kalıyorum.

Bir şadırvana sığınıyorum. Günde yetmiş defa iman dairesinden çıkıp aynı daireye dönen kâmil müminlerle aynı safta kıyama duracağım. Oysa ne acelemiz var, diyor şair, ben ki bunca agnostiğim, yine de biliyorum gerçeği. Peki, söylesene diyorum ona, kim bağışlayacak seni? İnim inim inliyor şair. Ben cevabı biliyorum, diyorum. Cevabımın, benden emin olduğu hususunda derin bir şüphe içerisindeyim ki, bunların hiçbiri bir dize bile etmiyor…

Öyle yorgunum ki, bir adım daha atacak dermanı kendimde bulamıyorum. Usulca bir banka oturuyorum. Tarih tasarımının yaman münadilerinden Robin George Collingwood da yorulmuş olmalı ki, yanı başıma oturuveriyor. Bak evlat diyor, “Ben de yoruldum. Ahir ömrüm boyunca adımlarımı hızlandırıp koşar adım yürümekten ciğerim soldu. Yaşım kemale erdi, artık bayır aşağı yuvarlanıyorum. Bunca curcunadan sonra nihayet bir kanıya varabildim. O da şu, tarihin nesnesi olan olgunun biricikliğini ve kendi başına anlam taşıyıp değer bulduğunu savunuyorum.” İçimden, anlam taşınan bir şey mi acaba, diyorum. Ben sırtındaki sepete raptolmuş bir hamal kadar yorgunum.  Devam ediyor üstat, “Tarihçinin yasalar ve genellemelere ulaşma hedefine değil, özel olgularla ilgilenme kararlılığında olması gerektiğini düşünüyorum.” Hasan Sabbah ve şürekâsı afyon çekip gencecik cariyeleri şişten geçirirken orada değildin, diyorum içimden. Devam ediyor üstat, “Tarihçi kendi çağının çocuğudur.” Tarihin geniş karnına bakınca, şurada üç beş gün önce Bağdat kırsalında taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayan onun bunun çocuğu hangi çağın sülbünden türedi acaba, diyorum, içimin en derin yerinden. İstifini bozmadan devam ediyor üstat, “Tarih yazıcısı kendi çağının değer yargılarının taşıyıcısıdır. Ancak kendi döneminin yargılarından arınıp tarihte eyleyen aktörün düşünceleri ile kendi düşüncelerini özdeşleştirebilirse geçmişin bilgisine ulaşabilir.”

Bu kez şöyle diyorum kendime, zaten yaşadığım dönemin yargılarından kurtulabilseydim kendimden de kurtulmuş olacaktım. Yani kendime ve yaşadığım çağa dışarıdan, bir başkasının gözüyle bakabilmiş olsaydım, o galiz persona eriyecek, varoşların logar kapaklarına doğru akıp gidecekti. Kendimden kurtulacaktım, tarih benden kurutulacaktı. Tarihin doğurduğu fikirlerden, sistemli fikirlerin komün ideolojilerden kurtulacaktım. Bir bakıma yatay yönlü zaman, benim için durmuş olacaktı. Hayata dikey yönden bakacaktım. Hadi bir nebze olsun bunu başardım diyelim, boyuma göre bir ayna buldum, kendimle ve zamanımla yüzleştim. Yaşadığım çağın yargılarından arınıp cümle eşyaya hakikat nazarıyla bakabilmeyi öğrendim. Ya Sinoplu Diyojen, fıçısının içinden çıkıp kendini bana olanca çirkefliği ile göstermezse ne olacak? Ya istediğin kadar gölge edebilirsin, o devir geçti artık, ben ihsana kavuştum akıllım, derse ne yaparım? Ya Büyük İskender’in düşüncelerini kendi düşüncelerimle nasıl özdeşleştirebileceğim? Birinin fetih dediğine öbürü yağmacılık, birinin yağcılık dediğine diğeri ilmi siyaset diyor. Koskoca Harzemşahların, Sümerlerin, Akadların devlet reisleri, bin yıllık kallavi imparatorlukların başbuğları, niçin düşüncelerime karşı objektif olsunlar ki?

Ya onlar için de himmet buğdaydan ağır basıyorsa ne yaparım?

Yürümeye devam ediyorum.

Nesnel tarih fikri bir ütopyadan ibaret olmalı, diyorum kendime. Bir zen üstadının dediklerini düşünüyorum, “Zen ile uğraşmadan önce dağlar birer dağ, kuşlar birer kuş gibi gelirdi gözüme. Zen ile uğraştıktan sonra anladım ki dağlar birer dağ, kuşlar birer kuşmuş.”

Geçmişin bilgisine asla ulaşamayacağım.

Okuduğum bütün mütefekkirler, geçmiş sana ekmek ve su gibi lâzım, geleceğin karanlık günlerini tarihin ve tarihe mal olmuş fikirlerin gaz lambalarıyla aydınlatabilirsin ancak, diyorlar. Gerçekten ister ve umut edersek, küllerimizden yeniden doğabilir, ölümsüzlük kadehini gökyüzüne kaldırabilir, âb-ı hayattan içebilirmişiz. Kimse kendi milletinin yenilgisini, ideolojik saplantılarını ve inâdi inkârını te’vil etmekten imtina etmiyor. Tarih yazıcıları, gelecek güzel günlerin, zamanla yeşerip göverecek biricik dünyamızın imar ve inşâ sürecini ancak bu bilinçle başlatılabileceğimize sarsılmaz bir inançla bağlılar.

Kulağıma, “Hayatı ölümden çok sevdiğin sürece, sana ölümsüzlük bahşedecek fikirleri teneşir bile paklamaz!” diye fısıldayacak iki büklüm bir Melamî dervişine rastlamak umuduyla adımlarımı hızlandırıyorum.

Umut, umutsuzluk biçiminde tezahür ediyor.

İki bacağımın da yerli yerinde sağlam oluşunun verdiği sevincin, şükür olduğu zehabına kapılarak en sağlam fikre, eve dönüyorum.

Bahadır Dadak

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • T. Tarık , 01/12/2022

    Royal flush

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir