Camus, öğretisini “umutsuz”luk üzerine kurmuş bir adam. “Ya her şey açıklansın istiyorum ya da hiç. Ama yüreğin bu çığlığı karşısında us güçsüzdür… Anlamını kavrayamadığım bu dünya, uçsuz bucaksız bir usa aykırılıktan başka bir şey değil. Bir kez olsun “işte bu açık” diyebilsek her şey kurtulmuş olur.” der ve “umutsuz”luk ile yaşatmaya çalışır kendini. Çünkü elinde hiçbir şey yoktur Camus’nün. Hiçbir şey kesin değildir. “Bilmemek” onu umutsuzluğa sevk eder. “Bilmiyorum” der sürekli:“Bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı var mı, bilmiyorum.” Bu dünya “us”a ve mantığa uygun değildir. Us ile kavranamaz. Fakat dünyada “tanrısal bir denklik” de vardır. Evet, bunu da söyler Camus. Bu dünyanın “insanüstü”lüğünü kabul eder. Fakat bu kadar. Gerisi bir kaostur onun için, boşluktur ve umutsuzluktur. Camus öğretisini sistematikleştirdiği Sisifos Söyleni’de, bir zihin modeli geliştirir: “Uyumsuz zihin”. Uyumsuz zihin, umutsuz yaşar. Umutsuz olmalıdır ki “özgür” yaşasın. Bu açıklamalardan sonra ise şu soruları sormalıyız: Pekiyi, Camus’nün kendisi umutsuz mudur? Camus’nün uyumsuz zihin olarak adlandırdığı zihinler umutsuz mudur? Evet, eserlerinin birçoğu “umut”suzluk üzerine kuruludur; fakat bu yoğun umutsuzluk içinde dahi Camus bir umut edicidir. Camus’nün umudu, umutsuzlukların içine gizlice serpiştirilmiştir.
“Bir insanın yapıtları, çoğu zaman özlemlerinin öyküsünü çizer.” der Camus. İşte, bu “özlem”ler götürecek bizi Camus’nün “umut”una. Özlemler, onun tabiatı anlattığı vakitler had safhaya ulaşır ve Camus eserlerinde tabiat tasvir ettiğinde bunu müthiş bir “umut” ile yapar. Şuradaki umuda bir bakın: “Güneş dalgaları göğün doruğundan düşüp çevremizde, kırda, sertçe sekiyor. Bu gümbürtüde her şey susuyor ve orada, Le Luberon durmamacasına dinlediğim koca bir sessizlik kitlesinden başka bir şey değil. Kulak veriyorum, uzaklarda bana doğru koşanlar var, görünmez dostlar beni çağırıyor, sevincim büyüyor, yıllar öncekinin aynı. Yeniden, mutlu bir gizlem her şeyi anlamama yardımcı oluyor.” “Us boştur ama usun ötesinde de hiçbir şey yoktur.” diyen, “insanın yalnızca kesin olarak bildiği ile yaşaması gerektiğini” söyleyen ve umut etmeyi yalan ile yaşamak olarak niteleyen bir adam, haykırırcasına “umut” ediyor burada. İnsanın yalnızca kesin olarak bildiği ile yaşaması gerektiği söylerken Söyleni’sinde bir “gizlem”in her şeyi anlamaya yardımcı olduğunu söylüyor yukarıdaki cümlelerde. “Gizlem” yani insanın “us”unu aşan, insanın kavrayamadığı bir şey ona apaçık umut ettiriyor. Camus’nün insanı hayrete düşürecek bir biçimde umut edişini bir de badem ağaçları ile ilgili anısında görürüz. Onun badem ağaçlarının “ak çiçekler” ile kaplanışını büyük bir merakla bekleyişi ne güzeldir! Şöyle anlatır bu anısını Camus:
“Ben Cezayir’de otururken, kış konusunda hep sabırsız davranırdım, çünkü bilirdim ki, bir gecede, soğuk ve arı bir şubat gecesinde, Consuls Vadisi’nin badem ağaçları ak çiçeklerle kaplanacaktır. Sonra bu cılız karın tüm yağmurlara ve deniz yeline dayandığını görüp hayran kalırdım.” Onun badem ağaçlarının “ak çiçekler” ile kaplanışını bekleyişi de okunup geçilecek bir mesele değildir. Çünkü burada da bir “gizlem”e hayran olma gibi, onun temel öğretisi ile çatışan bir durum vardır.
Yazarların fikirlerine daha iyi nüfuz edebilmek için kahramanlarına bakmak gerekir bir de. Bu nedenle Camus’nün Caligula’sı benim için önemli. Çünkü Caligula’da, Sisifos Söyleni’deki uyumsuz zihnin tüm yansımalarını görürüz. Benim için bir de Kirillov önemli. Kirillov, Camus’nün değil; Dostoyevski’nin kahramanı. Fakat benim için o da mühim, zira Camus Kirillov’a müthiş önem verir. Çünkü o da bir “uyumsuz”dur. Uyumsuz ve sonu aynı iki kahraman. Dikkat etmemiz gereken bir şeyler var burada. Sisifos Söyleni’sinde uyumsuz zihnin intihar etmeyeceğini iddia eder Camus. Sebeplerini ise şöyle açıklar:
“Başkaldırı insanla kendi karanlığının sürekli biçimde karşılaştırılmasıdır. Olanaksız bir saydamlık gereksinimidir. Her saniyesinde dünyayı yeniden tartışma konusu eder. Tehlike insana onu kavramanın yeri doldurulmaz fırsatını verdiği gibi, metafizik ayaklanma da tüm deneyim boyunca bilinci yaşatır. Yalnızca ezici bir yazgının kesinliğidir, bu başkaldırı kendisine eşlik etmesi beklenen boyun eğişten de uzaktır. Uyumsuz deneyimin intihardan ne denli uzaklaştığı burada görülüyor. İntihar bir boyun eğiştir. İntihar bir kabullenmedir, her şeyin tükenmesidir.”
Bu bahis üzerinde biraz duralım istiyorum. Camus’nün Caligula’sı oyunun sonunda intihar etmiştir. Keza onun uyumsuz zihin olarak nitelediği Kirillov da öldürmüştür kendisini. İntiharın uyumsuz zihinle birlikte anılamayacağını ısrarla iddia ederken Camus, isimlerini andığımız bu uyumsuz zihinler niçin intihar etmiştir? Bu durum bana ilginç gelir. Caligula üzerinden devam edelim. Oyunun başında şöyle der: “Ah Caesonia! Umutsuz yaşanabileceğini biliyordum ama bunun anlamını bilmiyordum. Bir tin sayrılığı olduğuna inanıyordum, herkes gibi ben de. Ama hayır, acı çeken beden. Göğsüme, organlarıma acı veriyor tenim.” Uyumsuz ve dolayısı ile umutsuz Caligula. Camus’nün uyumsuz zihninin “karakteristik” özelliğini gösteriyor kahraman. Fakat hemen akabinde bir ayrıntı daha dikkatimizi çeker oyunda. Zira şöyle haykırmaktadır Caligula: “Gökteki Ay’ı istiyorum! Ölünceye böyle bir dünyaya katlanılamaz. Ay’a, mutluluğa ya da ölümsüzlüğe, belki çılgın olan ama bu dünyadan olmayan bir şeye gereksinme duyuyorum.” Ne vardır bu haykırışın içinde? İşte, önemli nokta burasıdır. Apaçık bir “umut”a işaret eder bu haykırış. Umutsuzluk içindeki Caligula’nın zihni “Ay”ı istemek gibi müthiş bir umut ile doludur. Dostoyevski’nin Kirillov’u da öyledir. İlk olarak şöyle der Kirillov: “Üç yıldır Tanrılığımın sıfatını aradım ve buldum: Benim Tanrılığımın sıfatı, irademdir. Boyun eğmezliğimi ve yeni, korkunç, özgürlüğümü en yüce haliyle göstermek için bütün yapabileceğim bu! Bu çok korkunç bir şey! Boyun eğmezliğimi ve yeni korkunç özgürlüğümü kanıtlamak için intihar edeceğim.” Tanrı olmak istemektedir. Camus bu nedenle önem verir Kirillov’a. Ona göre üstün bir intihardır Kirillov’un intiharı. Evet, uyumsuz bir zihindir o da. Dolayısı ile de umutsuzdur. Fakat sadece “umutsuz” mudur Kirillov? Bence değildir. Zira Dostoyevski intiharı anlattığı sayfalarda onun ruh halini uzun uzun tahlil etmiştir. İntihar etmeye karar verişinden, intihar ettiği vakte kadar Kirillov’un ikilemde kalışına şahit oluruz sayfalar boyunca. Bu anlamda dikkat çekici paragraflardan birisi de şudur: “Pencerenin karşısına gelen duvarda, kapının hemen sağında bir dolap vardı. Dolabın sağ yüzüyle duvar köşesi arasında daracık bir boşlukta sıkışmış gibi tuhaf bir biçimde duruyordu; başı dik, vücudu gergin ve kımıltısızdı; aşağı sarkıttığı kolları bedenine, sırtını da arkadaki duvara yapıştırmıştı; silinmek, duvarın içine girip yok olmak ister gibiydi. İnanması zordu ama her halinden Pyotr Stepanoviç’e görünmemeye çalıştığı belliydi.” İntihar etmeye kesin suretle karar veren bir adam, kendi öğretisine sıkı sıkıya bağlı bir uyumsuz zihin intihar etmeye ramak kala niçin “duvarın içine girip yok olmak” ister? Kanaatimce burada apaçık bir “umut” arayışı vardır. Bu burada, ilginç bir tespit de yapıyor Dostoyevski “İşin en pis yanı da Tanrı’ya inanması; bir papazdan bile çok inanıyor! Asla kendini öldürmez bu adam.” Ay’ı isteyen Caligula ve intihar etmemek için “duvarın içine girip yok olmak” isteyen Kirillov var karşımızda. Bu ayrıntılar “umut”a işarettir. Fakat aynı zamanda onları intihara kadar götüren bir umutsuzluk da var bu kahramanlarda. Umut ve umutsuzluk… İki duygu birden işgal etmiştir bu zihinleri. Uyumsuz insan, umut ve umutsuzluk ikileminde olan insandır işte bu yüzden. Tam da Camus gibi. O Sisifos Söyleni’de umuda hiç yer vermezken “Yaz” baştan sona “umut”tur. Dolayısı ile -çoğunluğun görüşünün aksine- salt “umutsuz”luğun yazarı değildir Camus. O, umut etmek ile umut etmemek arasında kalmışlığın yazarıdır.
Feyza Yapıcı
1 Yorum