Ufacık Tefecik İçi Dolu Öykücük

Muhammet Emin Oyar, minimal öykünün ‘ne’liğini masaya yatırdı.

***

Geçtiğimiz günlerde elime beş tane minimal öykü kitabı geçti. Kitapların beşi de aynı yayın evinin çıkardığı kitaplardı. Hepsi 2011’de biner adet basılmış. Az sayıda basılan bu kitapların basımlarının üzerinden üç yıl geçmesine rağmen hâlâ beşini de bulabilirsiniz. Bu da aslında “minimal öyküye ne kadar ilgisiz olduğumuzu gösteriyor” demeyeceğim. Bu kitapları okudum ve kimseye de tavsiye etmiyorum. Bu yüzden bu kitapların üç yıldır tükenmemesini muhtemelen bu kitapları tavsiye eden pek kimsenin olmamasına bağlayabilirim. Biz minimali yanlış anlamışız. İçlerinde güzel hikâyeler yok değil fakat öyküyü minimalleştireceğim derken çoğu zaman yok etmişler. Üstelik kâğıt israfından başka bir şey de değil. Madem yüz sayfalık kitabında ortalama üç cümlelik hikâyelere yer vereceksin, o zaman kitabın boyutunu küçültün de israf olmasın.

Bu kitaplardan ve yaptığım araştırmalar sonrasında minimal öykü ile ilgili kalıplaşmış ifadelere ulaşamadım. Herkesin kendine göre bir minimal öykü çizgisi bulunuyor. Hatta bu türe verilen isim sayısı da neredeyse yazar sayısına eşit; minimal, kıpkısa, küçümen, küçürek, nano, çekirdek…

Bu öykülerin çıkış sebebinin teknoloji ile hız kazanan hayatımızda uzun metinler okumaya zaman bulamadığımız olduğunu savunanlar var. Bu kişiler, bu yüzden bu türün çağımıza uygun olduğunu hatta kalın romanların artık okunamayacağını düşünüyorlar. Herhalde sosyolojik bir çalışma sonrasında toplumun ne okuyup ne okumayacağını ölçüp ona göre belli bir türe yönelen yazarlar bunlar. Bize göre elbette ki bu bahane saçmalıktan ibarettir. Bu savı savunan kendini küçük düşürdüğünün bile farkında değil belki de. Oysaki yüzyıllar öncesinden bildiğimiz “Ete kemiğe büründüm / Yunus deyu göründüm” sözüne de minimal öykü denilemez mi?

Roberta Allen minimal öykülerin teknik özelliklerini kısalık, şiirsel dil, yoğunluk, sürpriz ya da beklenmedik bir olay barındırma olarak sıralamış. Emel Kayın da Gürsel Çatalcalı ile yaptığı bir söyleşide minimal öykünün özellikleri hakkında “Uzun işlenme potansiyeline sahip güçlü bir izleği kısa, yoğun, derin, imgesel bir ifadeyle öyküleştirmek, süreklilik, gerilim, tekrar, şaşırtma, basitlik, eğretileme ve simgeleştirme gibi öğeleri kullanmak, okuyucunun doldurması gereken boşluklar bırakmak, kısa öykü yöneliminin özellikleri arasında sayılabilir.” demiş. Bu tanımlara birçok yazar katılıyor.

Emel Kayın’ın anlattığı özelliklerin hepsi bir hikâyede yekvücut olduğunda ortaya mükemmel bir Voltran çıkıyor. Fakat özellikle Türk yazarların birkaç kelimeden ibaret olan hikâyelerinin büyük çoğunluğu bu özellikleri taşımaz niteliktedir. Genelde tek cümlelik hikâyeler bu saydığımız özelliklerden bir ya da birkaç tanesini içinde barındırabiliyor. O bahsettiğimiz Voltran tadını vermiyor yani. Pek kıymetli editörümüz “Ne kadar kısa, o kadar zor” mealinde bir söz etmişti. Ne kadar kısa ve öz söylemiş değil mi?

Gönül Çatalcalı, Tarık Günersel’in iki kelimeden ibaret öyküsüne (“Cellât nazikti!”) şu yorumu yapmış: “O iki sözcüğü okuduktan sonra bir gülümseme oluşur yüzünüzde. “Sert olsa ne yazar?” diyen bir gülümseme. “Benden sonrası tufan…” diyen. Ardından, idam edilen bir insanın duyguları üşüşür beyninize. Onun ardından cellâdın kişiliği. “İnsan böyle bir mesleği neden seçer?”, “İdam mahkûmunun ipini çeken bir cellât, karısına akşam bir demet çiçek götürebilir mi?”, “İnsanın işi ve özel yaşamı birbirinden ayrı mıdır?” gibi onlarca soru. Çatalcalı’nın yaptığı yorumlar için doğru ya da yanlış diyemeyiz. Bunlar onun çıkarımlarıdır. Kim bilir sizler bu iki kelimeden neler çıkardınız? Her yazılan tek cümlelik hikâyeden sayfalar dolusu çıkarım yapılabilir ama öykü mahiyetini koruması için mutlaka bir olaya yahut oluşa işaret etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak o zaman tek cümlelik minimal öykülerin başarılı olduğundan söz edebiliriz. Bir de Tarhan Gürhan’ın üç kelimelik minimal öyküsüne (Güneş denize daldı.) göz atalım. Bu hikâyeden iki anlam çıkarttık. Birincisi, güneşin batışıdır. Ege sahillerinde olduğunuzu ve güneşin denize dalarmışçasına battığını hayal edebilirsiniz. İkincisi ise intihardır. Güneşi bir ateş topu olarak düşünürsek onun denize dalması bir intiharı anlatır. Fakat öykünün başlığının “Gurûbi” olduğunu da dikkate alırsak yazarın anlatmak istediği bizim birinci çıkarımımızdır diyebiliriz. Yazarın ne anlatmak istediğini başlık yardımıyla anladık fakat bu yorumda daha ileri gidebileceğimiz bir işaretimiz yok. Haliyle bu hikâyeden sadece akşam olduğunu çıkarıyoruz. Ama akşam oldu da ne oldu? İşte bunun cevabını da öğrenmek istiyoruz. Bu yüzden bu tarz benzetmelere minimal öykü demeye dilimiz varmıyor.

Başta da dediğimiz gibi her yazar, hatta her okur kendi çizgisinde gidiyor. Şahsen, Allen ve Kayın’ın tanımlarını kabul etmekle beraber okuduğumuz öykülerin, sonunda bizi bambaşka yerlere götürüp şaşırtmasını bekliyoruz. Aynı zamanda devamını okuyucunun getirmesini bekleyen öyküler de ilgimizi çekiyor. Bu öyküleri okuyup geçemiyorsunuz. Onun üzerinde biraz kafa yorup vakit harcamanız gerekiyor. Bu bağlamda da yazarın bir olayı anlatırken perdeyi aralaması ve o perdeyi tamamen açacak olan kişinin de okur olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu tür hikâyelerin başarısında okur kalitesinin de etkili olduğunu düşünerek Milorad Paviç’in şu sözünü hatırlıyoruz: “Hep yetenekli yazarlardan bahsediyoruz; artık yetenekli okurlardan bahsedelim.”

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Ağzından peynirini düşüren kuşu gören adam , 11/03/2014

    Milorad Paviç’in şu sözünü hatırlıyoruz: “Hep yetenekli yazarlardan bahsediyoruz; artık yetenekli okurlardan bahsedelim.” Çok doğru bir tespit.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir