Bu metin, yazarımız İbrahim Orhun Kaplan’ın, “Türk’ün eni Türk’ün boyu” yazısını eleştiren T.’ye verdiği ilk cevaptır. Devamı gelecektir.
***
Uyumadan önce diş fırçalamanın kalp krizi riskini büyük ölçüde azalttığı söylenir. Ağız sağlığı önemli bir mesele. Kalp sağlığı da keza. Diş fırçalamanın kalp sağlığını artırdığı ise insanlık için yeni bir keşif. Avrupalı bilim insanlarının yaptığı son araştırma, böyle bir ilişkinin önemine işaret ederek hiç olmazsa yatmadan önce diş fırçalamanın ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor.
Bilim fikrine, teorik olarak önyargılı ya da bütünüyle karşı olanlar için bile bu bilgi bir anlam ifade eder. Neticede ağız sağlığı ile kalp krizi riskinin azalması insanın lehine bir durum. Bu böyle olmasa bile ne zararı var, zaten yapmamız gereken bir şey diyerek üzerinde durmadığımız konulardan birine dönüşüyor. Ancak bu bilgiye maruz kalan insanlar olarak hangimiz bunu sınayabiliriz? Bunu hangi araç-gereç ile ölçebiliriz? Bu araçlara sahip olsak bile kesin bir sonuca varmak için ne kadar süre gözlem yapmamız gerekir? Bunları bilemem. Bildiğim şey şu ki, eğer insanın korkularına hitap eden konularda, bilim bize bir çıkış yolu gösteriyorsa kimse bunu sorgulama ya da test etme ihtiyacı duymuyor. Laboratuvardan gelen bilgilere dişimizi fırçaladığımızda kalp sağlığımızı, bitter çikolata yediğimizde ise beyin sağlığımızı koruyabileceğimiz inancını taşıyoruz.
Bilim, toplum için bir inanç meselesidir. Peki, kimsenin sınama ihtimalinin olmadığı bir yerde, içtiğimiz ağrı kesiciler de dâhil olmak üzere, tüm buluşların inancın konusu hâline gelmesinin nedeni ne olabilir? Soner Yalçın’ın aktardığı bilgiye dayanırsak ilaç sektöründe dönen numaraların insan için nasıl zorunlu bir inanç halini aldığını görebiliriz. Herhangi bir hastalık için üretilen bir ilaç piyasaya sürüldükten sonra bir süre takip edilir. İlacı kullananların geri bildirimlerine göre, dönütler tasnif edilerek ilacın yan etkileriyle birlikte sağladığı fayda da tekrar gözden geçirilir. Bu aşamaların sonunda, örneğin ağrı kesici olarak üretilen bir ilacın esasında mide bulantısına iyi geldiği tespit edildiyse, ilaçlar piyasadan toplatılıp mide ilacı olarak yeniden piyasaya sürülür. Bilim insanlarının gerçeklik olarak gördüğü bu durum, hastalar için inanç hâlini alır. Dolayısıyla laboratuvarlardan çıkan bulgulara göre hareket etmemiz bizim açımızdan gerçeklik içermez.
Kullandığımız ilaçların bir şeye iyi gelirken bir başka şeyi bozduğunu düşündüğümüzde, bilimsel yöntemlerin belli bir çerçevede hareket ettiğini, onun dışına çıkıldığı takdirde sektör açısından istenmeyen gelişmelerin gerçekleşeceğini söyleyebiliriz. Buna bir çözüm bulunamadı. Bulunabilir mi? Asla! Hasta garantisi üzerinden modern hastanelerin inşâ edildiği bir dünyada başka türlü bir işleyişten söz edilemez. Bu ayrı bir mesele.
Bedri Gencer, medeniyeti, modern dünyanın dini olarak görüyor. Peki nedir modern dünya? Modern dünya, varlığını insanların kültürel bağlarından arınması, din düşüncesinden uzaklaşması ve kendine mahsus reflekslerini ortadan kaldırması üzerine inşâ etti. Modern dünyanın mimarları, zevkler, eğlenceler, düşünüş biçimleri gibi unsurları tek tip hale getirilmesini istiyordu. Tek devlet, tek din, tek kültür, tek aile, tek felsefe, tek bilim… Wallerstein, bu tek tipleşmelerin vahametini dile getirirken, her ne kadar evrensel değerlermiş gibi pazarlansalar da bunların bütünüyle Avrupa evrenselciliğinin dayatılma süreci olduğunu ifade etmesi önemlidir. Dolayısıyla modern dünya, insanın kendi eliyle ortaya çıkardığı kurumsal ağların yegâne unsur olduğu medeniyetin doğurduğu bir süreçtir. Bütün bu tablo yerelliğin, millî karakterin ve kendine has özelliklerin sürdürülebilir olduğunu düşünenler için tedirgin edicidir.
Türk’ün enini, Türk’ün boyunu tayin edenlerin kimler olduğu meselesi karanlık yönleri olan karmaşık bir konu değil. Diş fırçalamanın kalp krizi riskini azalttığını, bitter çikolatanın beyin sağlığını koruduğunu söyleyen bilimsel yöntemlerin sahibi kimse Türk’e tarih biçenler de onlardır. Avrupalı bilim insanları, masa başında ürettikleri teorik yaklaşımları bilim sahasında, herkesçe meşru kabul edilen yöntemlerle tüm insanlığa sunma becerisine sahip. Hatıratlarda, mektuplarda, belgelerde, yüzlerce kitapta tartışılan ve apaçık ortaya konan endişe Türklerin İslam’dan nasıl soyutlanacağıydı. Pratik bir sonuç elde edildi: Türkleri var eden İslam’a ya da başka toplumların sıkı sıkıya korudukları değerlerine alternatif bir tarih anlatısı icat edilebilirdi.
Tarih, sosyoloji ve felsefenin yöntemleriyle üretilen teoriler, antropoloji ve arkeoloji eliyle meşru hale getirildi. İslamiyet’ten önceki Türklüğe ısrarla atıf yapılarak, binlerce yıl önceden kalma kafataslarından 19 ve 20. yüzyıl Türklerine “bakın sizin varlığınız nerelere kadar dayanıyor, sizler kadim bir ırksınız” denildi. T., yazımın altına yaptığı yorumda güçlü İslam kaynaklarına atıf yaparak İslamiyet öncesi Türk tarihini de benzer şekilde aydınlatacak kaynaklar olamaz mı şeklinde bir soru sormuştu. Burada meselenin bir aydınlık meselesi olmadığını anlamamız lâzım.
Türklerin İslam öncesi varlığını ispatlama çabası niçin bu kadar gündeme getirildi? Yöntemlerini kendilerinin icat ettiği bilimsel sistemde varılan sonuçlar niçin daha öncesinde propagandasını yaptıkları teorilerle aynı doğrultuda sonuç verdi? Üzerinde durulması gereken nokta budur.
Binlerce sene önce yaşamış olan topluluklar ile ne ilkesel ne dünya görüşü açısından hiçbir ortaklığımız yok. Artık Türkler başka bir varlığı temsil ediyor. İslam öncesinde de bir sıfattı, sonrasında da bir sıfat olarak varlığını koruyor. Türk’ün tanımını küresel Avrupa yöntemleriyle “bilimsel” olarak değerlendirmediğimiz için bu yöntemler çerçevesinde hayır öyle değil çünkü şöyle bir kaynağımız var ve böyle bakılmalıdır diyemiyoruz. İnsanlığın maruz kaldığı bilimsel problemler budur. Birileri ürettikleri “teoriler” için tertip edilmiş bilimsel yöntemler ile ortaya bir şey koyuyor ve bizden buna tarihsel bir gerçeklik olarak bakmamızı istiyor. Reddedildiğinde ise dayanaklarımız sorgulanıyor. İsmet Özel’in işaret ettiği gibi tarih sahnesinde, cihadı [altını doldurabilirsiniz] şarta bağlı olmayan Müslümanlara, kökenlerine, soy ağaçlarına bakılmaksızın “Türk” denmiştir gerçeğini bilimsel olarak açıklamak, belirli dayanaklar icat etmek beyhude bir çabadır. Yalnızca Özel’e göre değil, tarihsel akışa göre de Müslüman’ın Türk’ten ayrılma sebebi tamamen modern ve siyasi bir gelişmedir.
Özel’in haklı olduğu konu modernleşmenin, özellikle milliyetçilik gibi kavramlar aracılığıyla benimsediği şekil ve siyasetin her millete huzur getirme çabası ile ilişkili olduğudur. Bu insanların kafasını karıştırmıştır. Türk, İslam topluluğunun sorumluluğunu üstlenerek Türk oldu ve Türk olarak kaldı. İnsanlara, ırkçılığa meyilli olduğunu söyleyerek yaftalamalarının tutarsızlığını gizlemediler. Irk teorisini geliştirip dayatanlar çok geçmeden ırkçılığı suçlanması gereken bir unsur haline niçin getirdiler? Çünkü hepsi tek tipleşmenin kaçınılmaz aşamalarıydı. Demem o ki, olan biten gelişmelerin, ortaya atılan fikirlerin çürütülmesi bir yana, dönen dolapların bizimle hiçbir teması yoktur. Bunun böyle bilinip, anlaşılması ise Avrupa evrenselciliğinden zehirlenmiş olanlar için ne anlaşılabilir bir şeydir ne de tutarlılığı söz konusudur. Bu konuda çaba harcamanın başlı başına faydasız bir iş olduğunu düşünmeme rağmen erişebildiğim bulguları yazmaktan da geri durmuyorum.
İbrahim Orhun Kaplan
3 Yorum