Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
(Mehmet Akif Ersoy)
Millet Olabilmek
Millet mefhumu muhayyeldir. Anlam dairesi içinde birçok unsuru barındırır. Tüm değişkenlerine rağmen millet kavramı, insan ve toplum açısından kendilik bilincinin en net tezahürünü yansıtır. Millet, herhangi bir toplumun, düşüncenin ya da duygunun kendini ötekinden ayıran temel özellikleriyle tebarüz eder. Burada ağırlıklı olarak, ırk ya da din temelli ayrımlar söz konusudur. Bu açıdan bir toplumu diğerinden ayıran temel özellikler ortadan kalktığı takdirde, millet olma vasfı da çöküntüye uğrar. Bu kavramı, Bedri Gencer‘in terkibiyle netleştirebiliriz. Gencer, İranlıların İslamlaştığında tarihsel kimliklerini kaybettiğini ve yeni bir kimlik kazandıklarını ifade eder. Arapların İslamlaşmaları ile hâlihazırdaki kimliklerini tahkim ettiğini söyler. İslam’ın dönüştürücü gücüne en büyük örnek ise Türklerdir. Türklerin, İslam ile bütünleşmesi, tarih sahnesine çıkmalarını sağlayarak, İslam, Türkler için bizatihi bir kimlik halini almıştır. Bu haliyle, millet olmamızın bir diğer ifadesi İslamlaşmaktır. Esasen Türk diyerek, İslam’a doğrudan işaret ederiz.
Peki, Türklerin İslam’dan önceki varlıklarını hesaba katmalı mıyız? Bu soruya birçok açıdan cevap verilebilir. Ancak İslam öncesi Türk varlığı, Avrupalı icadı olduğundan, şüphe duymamızı gerektiren bir durum. O tarihi kimin, ne zaman, hangi koşullarda yazdığı ve Anadolu’da nasıl yeşertildiğini düşünürsek pek haksız sayılmam. Konumuz bunun nasıl ortaya çıktığını soruşturmadığı için es geçiyorum. Açıkçası Türklerin İslam öncesi geçmişini tarihsel bir varlık bağlamında ele almak söz konusu olduğunda, millet olma vasfının değersizleştirildiğini düşünebiliriz. Bunun nedeni ise millet olabilmenin en önemli gerekçesi olan ortak tarihsel hafızadır. Türklerin tarih sahnesindeki rolüne bakıldığında, İslam bu denklemden çıkarıldığı vakit ortada Türk milletine dair üzerinde durulabilecek referans göze çarpmaz. Çünkü tarihsel hafızayı doğuracak bilgiden mahrumuz. Zaten bu hafıza olmadığı için Avrupalılar, İslam öncesi Türk tarihi yazma yoluna gitmişlerdir.
Türk Milleti Denirse…
Türk milleti, tarihsel bir gerçeğin ifadesidir. Gayrimüslim topluluklar tarafından da yaklaşık bin yıldır, Türk milleti, İslam milletini ifade eder. Bu tanımlamayı birçok kişi haklı olarak eleştirir. Haklılar, çünkü bir yerde İslam öncesi Türk tarihi yazan Avrupalıları reddediyor diğer taraftan aynı insanların Türklüğü İslam ile eş değer görmesini referans alarak temellendirmeye çalışıyoruz. Fakat şuna dikkat etmek gerekir, iki tanımla da farklı bağlamların sonucudur. Avrupalılar ya da gayrimüslim topluluklar İslam’ı ağırlıklı olarak Türkler aracılığıyla tanıdılar. Arapların bu noktadaki etkisini yok saymamakla beraber, Türk etkisi kadar uzun ve kalıcı bir etkiden söz edemeyeceğimiz için onların Türk dendiğinde İslam’ı kastediyor olmaları bir çarpıklığın ifadesi olmaz. Ancak tüm bu süreç tersine dönmeye başladığında, Türklerin tarih dışına itilmesi gerekiyordu. Bundan dolayı modern dönemde Türkleri İslam’dan soyutlama gereği duyuldu. Türklerin tarihsel olarak İslam ile var olmadığını, İslam’dan önce de var olduklarını çeşitli yazıtlarla gündeme taşımak yeni bir kimlik doğurabilirdi. Nitekim tam da öyle oldu ve birçokları için bu kimlik bir sığınak oldu. Onları rahatsız eden, tırmalayan, utanç veren tarihsel bagajı boşaltarak, kendilerini modern Avrupa tarihinin çekik gözlü çocukları olarak kabul ettirdiler. Bu çocuklar sayesinde, Kore savaşında Amerikalı askerler sağ salim evlerine geri dönebildiler.[1] Kısacası bu iki tanımlamayı ayrı değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
Modern çağda maruz kaldığımız ırk temelli millet anlayışları, dünya genelinde büyük sorunlara yol açmıştır diyerek başımıza gelenleri özetlemek kolaycılıktan başka bir şey değildir. Fakat göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek var ki, o da ırk fikri bütün ağırlığıyla gündemimize modernite ile girdi. Mesela bu yaklaşımların ortaya çıkışına kadar, Orta-Asya da dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde İslam dinine geçenlere “Türk oldu” deniliyordu. Çünkü o dönemlerde Türk olmanın yegâne anlamı, İslam dışındaki yaşam biçimlerini reddetmekti. Birisi Müslüman olduğunda, Türk oluyordu çünkü İslam dışında bir faaliyet yürütmeyeceğini ifade etmiş oluyordu. Ancak, bu durumun hem İslam hem Türklük aleyhine dönmesi için milliyetçilik akımlarının millet kavramına ırkçı bir renk vermesi gerekiyordu. Artık bu düşünce ile beraber dinî bağlar dışında ırksal ve kültürel özellikler de millet olmanın vasıfları arasında sayılmıştı.
Bu noktadan sonra, Türk, Kürt, Arap, Arnavut gibi bölgesel tanımlamalar bu topraklarda ırksal bir mesele hâlini alarak, aynı dinden olmasına rağmen (buna Hıristiyan ve Yahudiler de dâhil edilebilir) kendilerini bir çatışmanın içinde buldular. 1453 tarihi ve sonrasına dair yapılacak siyasi tarih okumalarına dayanarak şu yorumda da bulunabilirim: Osmanlıları Mekke-Medine çizgisinden koparacak, tarihsel rollerinden uzaklaştıracak başka bir yol yoktu. Tek çıkar yol cemaat-cemiyet yapısının içeriğini çeşitlendirmek ve kafa karıştırmaktı. Bu noktada, tarih boyunca birbirine entegre olmuş özellikle Müslüman toplulukların, ırk, dil ve kültürel bakımdan milletleşme anlayışlarının varlığı, modern tarihin en büyük dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir.
Türk milleti denildiğinde bütün değişkenlerine rağmen İslam milleti demek olduğunu tarihsel bir zorunluluk olarak görmenin bir diğer mantıksal ifadesini de şöyle yapabiliriz: Bilindiği üzere tasavvuf ehli için sûfî, zühd ehli içinse zâhid deriz. Bu tip tanımlamalar ile aklımıza İslam’ı hem zâhir hem bâtın açısından daha nitelikli biçimlerde yaşayan insanları getiririz. Niçin böyledir? Çünkü Müslüman olmak demek bizatihi anlam ifade etmez. Siyer-i Nebi’de de sık sık karşımıza çıktığı şekliyle her insanın İslam’ı seçme ve yaşama biçiminde büyük farklılıklar görülür. Bu açıdan bazılarını daha anlaşılır olması için farklı sıfatlar ile tanımlamışızdır. Hatta Cenab-ı Hakk bizzat kendisi çeşitli tanımlamalar yapmıştır. Ebrar, muhsin, muhlis, salih, zakir gibi… Hem tarihin hem de İsmet Özel’in Türk kelimesine yüklediği anlam, yukardaki sıfatlardan farksızdır. Ona göre her Müslüman’ın önünde Türk olmak ya da olmamak gibi iki seçenek vardır. Müslümanım diyen herkes bu tercihi bilerek ya da bilmeyerek yapmak durumundadır. Bunun anlamı şudur: Özel’in yorumuyla, ben Müslüman olarak, içinde yaşadığım dünya sisteminin bir parçası olarak mı varlık sürdüreceğim yoksa Müslüman olarak varlığım bu sistem için bir tehlike mi arz edecek, sorusu Türk olup olmamak arasında bir seçip yapmayı doğurur. Eğer Türk olmayı tercih edeceksek, varlığımızla sistemi rahatsız edecek bir bilinçlenme alanını seçmiş olacağız demektir. Bu açıdan Türk ve Türk milleti dendiğinde İslam’ı siyasî, iktisadî ve kültürel açılardan muhafaza eden topluluktan başka bir şey düşünemeyiz. Tarih sahnesinde Türk’e bunun aksi yönünde tanımlama yapabileceğimiz bir dayanak noktası yoktur. Dolayısıyla küresel kapitalist çağa alternatif üretebilecek çizgiyi gözeten Türklerden başkası değildir. Bu tarihi rolü reddetmek, kimliksizleşmektir. En sarih ifadesiyle “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.”
İbrahim Orhun Kaplan
[1] Çarpıcı aktarımlar için, “Toparlanın Gitmiyoruz” kitabının birinci cildinin ön sözündeki ifadelere bakılabilir.
İlgili Yazı Dizisi
1. Avrupamerkezcilik Nedir? – İbrahim Orhun Kaplan
2. Güneş Batı’dan Doğar – İbrahim Orhun Kaplan
3. “Türk Kılıcı Şimdi Başımızın Üzerinde Asılı Durmaktadır” – İbrahim Orhun Kaplan
4. İsabel Değilim Hiç Olmayacağım! – İbrahim Orhun Kaplan
4 Yorum