“Türk Kılıcı Şimdi Başımızın Üzerinde Asılı Durmaktadır”

Avrupa açısından 15. yüzyıl oldukça önemlidir. Bu dönemde Hıristiyanlar arasındaki birleşme çabaları son derece hızlanıp, Avrupa’nın birçok bölgesinde kiliseler ve mezhep liderleri çeşitli müzakereler için bir araya gelir. Mektuplaşır, ittifak yapılır ve ortak noktada buluşmanın yollarını aranır. Fakat bu planlarını başarıya ulaştıramadan uzunca bir süre ertelemek durumunda da kalınır.

Avrupalıların toplumsal farklılıklar bağlamında yaşadıkları bölünmelerin son safhası 1439 ile 1449 arasında olduğu söylenir. Avrupalı bir tarihçi, Floransa Konsili ve Papa IV. Eugenius’un bu ayrışmayı kesin bir çözüme kavuşturduğunu ve hatta daha öteye geçerek, Roma Latin Kilisesi’yle Rum Ortodoks Kilisesi’ni uzlaştırma girişiminde bulunduğunu aktarır. Fakat bu zayıf çabalar İstanbul’un fethiyle kesilir. Ancak bana göre fetihle kesilen bu bağlantılar aynı zamanda büyük birliğin de başlangıcı olmuştur.

Bunu bir önceki yüzyıla bakarsak daha net anlayabiliriz. 14. yüzyıl, kazandığımız zaferlerin ucunun Avrupa’ya değdiği yılları kapsar. Türk akınları Balkanlara doğru hızlı ve güçlü bir şekilde ilerler. O dönemde İmparator Sigismund’un eteklerini tutuşturan akınlar söz konusuydu. Sigismund, makamını ve gücünü tehlikeye atan Türkler için, 1396’da bir haçlı ordusu toplamaya karar verdi. Büyük bir gayretle topladıkları ordunun içinde “Avrupa şövalyeliğinin çiçeği” diye anılan birliği de dâhil ettiler. Ancak bu Haçlı Seferi Niğbolu’da büyük bir Türk zaferi ile neticelendi ve övündükleri şövalyelerden geriye bir nefer bile kalmadı.

Artık bu zafer ile birlikte Avrupa’da Osmanlı’ya karşı direnecek ciddi bir güç kalmamıştı. Cılız tepkiler ve faaliyetler dışında oradan bir tehlike gözükmemekteydi. Fakat bu tarihler kendi iç problemlerimizle uğraşmak zorunda kalacağımız bir dönem olmuştur. İyi bilindiği fakat Yıldırım Bayezid’e hürmeten pek dile getirilmediği şekliyle tanımlarsak Nakşiliğin hamisi, Asya ve İzmir’in fatihi olarak kabul edilen büyük Türk Timur ile yaşadığımız feci yüzleşme neticesinde fetret dönemine girdik. Avrupa’ya doğru hızlı ilerleyişimiz bu hadiseyle durmuş olsa da kısa süre içerisinde toparlanarak 1453’te İstanbul’u fethedecek duruma gelmeyi başarmıştık. İstanbul’un fethedilmesi Avrupa ve Hıristiyanlık açısından büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Onların son dirençlerini de yerle bir etmiştik. Çünkü İstanbul’un alınmasıyla birlikte daha sonra Bosna, Friuli, Styria, Otranto, Ceneviz, Kırım ve Kefe’deki hareketlerimiz Avrupalıları verimsiz coğrafyalarına hapsetmişti.

Bu gelişmeler ile ilgili olarak Le Goff, Papa II. Pius’un, İstanbul’un kaybedilmesinden sonra Filozof Nikolaus von Cusa’ya yazdığı bir mektuba dikkat çeker. II. Pius mektubunda, Türk tehdidini vurgular, Venedik’in gücünü kaybedeceği ve bu durumun Hıristiyanlık âleminin felaketi olacağından yakınır. II. Pius içinde oldukları tüm felaketleri detaylıca anlattıktan sonra da dönemin Avrupası’nın resmini çizer: “Türk kılıcı şimdi başımızın üzerinde asılı durmaktadır ama biz bu arada iç savaşlarla meşgulüz, kendi kardeşlerimizi taciz ederken Haç’ın düşmanlarının kuvvetlerini, bize saldırabilecekleri şekilde rahat bırakmaktayız.”

Böylece Türk korkusu artık doğmuştu. Öyle ki, Bedri Gencer, Batılı yazarların, bir yandan korkunç ve muazzam Türk imgesi çizdiklerini, diğer yandan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı duyulan korku ve büyüklüğü tahlil ettiklerinden söz eder. Bu tablo işte bu süreç ile başlamıştır. Yazılan kitaplar, gönderilen mektuplar hep Türk’e karşı bir kurtuluş reçetesi aramaktadır. Onların Türk karakterini sorgulamasının nedeni ise Avrupalıların Türkler karşısındaki konumlarındandır. Hapsoldukları coğrafyaya sıkışmışlığın meydana getirdiği yaşam psikolojisi bütün ağırlığıyla üzerlerindedir. Fakat bu noktada Gencer, iki kavrama dikkat çekerek ayrım yapar. Korku ve büyüklük… Bu Osmanlı-Türk başarılarını yalnızca askeri yönüyle açıklayanların ıskaladığı bir ayrımdır. Gencer’in ifadesiyle Avrupalının zihnindeki Türk-Osmanlı “korkusu” askeri güçten, Türk-Osmanlı “büyüklüğü” ise adalet merkezli siyasi düzenden doğar. Avrupalılar Osmanlı ile savaşmaktan dolayı korku içinde olsa da siyasi düzenindeki istikrar nedeniyle ona hayranlık duyar. Dolayısıyla bütün tahlilleri bu iki özelliği üzerinden ilerler.

İbrahim Kalın ise Avrupalıların yaklaşık dört yüzyıl boyunca İslam’dan Osmanlı-Türk terkibini, Kur’an’dan ise Türklerin İncili’ni anladıklarını ifade eder. Ona göre de Luther, Kristof Kolomb gibi isimlerin faaliyetleri yukarıda değindiğim üzere Müslüman/Türk korkusundan kaynaklanır. Rönesans/Reform, Coğrafi Keşifler, Kapitalizm, Sanayi Devrimleri, Aydınlanma dönemlerini Türk imgesi üzerinden değerlendirdiğimiz vakit mevcut dünya tarihi anlayışlarımızın ne kadar tahrip edildiği görülür. Hem dönemin kayıtları hem de kayıtlar üzerinde yapılan yorumlar, geçen haftaki yazıda bahsettiğim Avrupalı kimliğin icadı meselesinin Türkler üzerinden gerçekleştiğini doğrular niteliktedir. Bu Türk imgesi geçmişte kalmış değildir. Birkaç örnekle halen ne kadar canlı olduğuna bakalım.

İhsan Fazlıoğlu, Kanada’da görev yaptığı sırada Karl Popper’ın öğrencileri ile tanışır. Popper’ı öğrencilerinden dinler. Popper’ın büyük bir düşünür olduğu ilgililerince malumdur. Büyüklüğünün kendisi de farkındadır. Bu yüzden soru sorulmasından hiç hoşlanmaz. Fazlıoğlu bu tavrı, Popper’ın hakikati bulduğu, üst düzey düşüncenin sınırlarında hareket ettiği psikolojisine sahip olmasıyla açıklar. Dolayısıyla Popper açısından sorulacak soruların ya da yöneltilecek itirazların bu bakımdan önemi yoktur. Fakat tek bir kişiye soru sorma hakkı tanır. O da Mısırlı Abdülhamid İbrahim Sabra’dır. Popper, Sabra’ya da “bashi-bazouk” diye hitap eder.

Bildiğiniz üzere Başıbozuklar Osmanlı ordusundaki tehlikeli birliklerdendir. Tarihsel olarak da Türk anlamı taşır. Nedeni ise Osmanlı ordusundaki en cesur askerler olmalarıdır. Ünleri karşılaştıkları düşmanlar tarafından fazlaca korkulan hareketlerinden gelir. Türklerin cesaretini, korkusuzluğunu, atılganlığını temsil etmesi ve düşmanı en çok tedirgin eden birlik olmasından dolayı İngilizceye de doğrudan geçmiştir.

Türk’ün tarihsel etkisi dediğimiz zaman yaşamın her alanında görülebilecek buna benzer binlerce detay vardır. Popper’ın bunu bilinçli ya da bilinçsiz yapması bir şeyi değiştirmez çünkü Türk dediğimiz karakter tarih boyunca gâvurun aleyhinde hareket eden, hareket alanı tanımayan ancak itaat etmeleri şartıyla güvenlik tesis eden bir konumu temsil etmiştir. Bu temsilin 21. yüzyıl Türkiye’sinde kayda değer biçimde dikkate alınıp alınmadığı tartışılır olsa da gâvurun bunu unutmadığı, unutmayacağı aşikârdır.

Diğer örneğimiz Yunan bir komedyenden… Geçtiğimiz günlerde bir video düştü önüme. Yunan komedyen, seyirciler arasından birine söz veriyor. Sözü alan kişi Türk olduğunu, Türkiye’den geldiğini söyleyince komedyen hiç vakit kaybetmeksizin salondaki seyircilere hitaben “Sanırım daha fazlasını almak için döndüler” diyerek psikotarihsel bir şaka yapıyor. Bizim Türk’e niye geldiğini soruyor ve gezi maksadıyla cevabını alınca da, emin olmak için “sadece gezmek, işgal için değil yani” karşılığını veriyor. Şakasını da yapsa gâvur bilinci Türk’ün bu yönünden tedirgin olmaya devam ediyor. Peki, onlar dünyada bu kadar mazlum kanı dökerken; siyasette, iktisatta hüküm sürerken; talim ve terbiyede, kültür ve sanatta virüs gibi yayılırlarken bütün bu vahşiliklerine karşı bu şakaları canlı kılmak için biz ne yapacağız?

 

İbrahim Orhun Kaplan

 


İlgili Yazı Dizisi

1. Avrupamerkezcilik Nedir? – İbrahim Orhun Kaplan
2. Güneş Batı’dan Doğar – İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir