Bu yazıda Türkçeyi yazı ve edebiyat dili hâline getiren, 13. ve 14. yüzyıllarda ömür sürmüş üç sûfî şairden; Yunus Emre, Gülşehrî ve Âşık Paşa’dan bahsedeceğiz. Anadolu sahasında gelişen edebiyatımızın temelini bu üç sûfî şair atmıştır. Yunus Emre, divanındaki şiirleri muhtemelen 13. asrın ikinci yarısında söylemeye başlamış bulunuyordu. Risâletü’n-Nushiyye adlı mesnevisini ise 1307 yılında kaleme aldığını biliyoruz. Gülşehrî 1317 yılında Attar’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserini serbest bir tercümeyle Türkçeye kazandırmıştır. 1330 yılında Âşık Paşa 10.000 beyti aşan büyük eseri Garibnâme’yi tamamlamıştır. Edebiyatımızın ilk verimleri nasihatname türüne ait eserlerdir. Bu durum, Türkçe konuşan insanların niçin bir edebiyata ihtiyaç duyduklarını gösterir: Dini talim ve telkin etme ihtiyacı nasihatname türüne ait eserlerin vücuda getirilmesine sebep olmuştur. Bu yüzden, bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi dilimiz ve edebiyatımız dinimizden neşet etmiştir. Bu gerçeğe rağmen mesela Fuad Köprülü, Selçuklu sarayında kasideler söyleyen bir şair olduğunu ileri sürdüğü Hoca Dehhânî’yi klasik edebiyatımızın temeline yerleştirmiş ve onu edebiyat âlemine “lâ-dinî” şiirler söyleyen bir şair olarak tanıtmıştır. Köprülü sonrasında yapılan çalışmalar Hoca Dehhânî’nin 14. asrın ikinci yarısında yaşadığını ortaya koymuş ve Köprülü’nün bu tezi çökmüştür. Dolayısıyla Türk edebiyatı Müslümanların hassasiyeti doğrultusunda teşekkül etmiş bir edebiyattır. Kurucusu ise sûfî şairlerdir.
Türkçenin Gönlü ve Ruhu: Yunus Emre
Edebiyatımızda ilk divan ve mesnevi sahibi Yunus Emre’dir (1240-1321). Ondan önce Anadolu sahasında Türkçe yazan kayda değer hiçbir isme rastlamıyoruz. Bundan dolayı edebiyatımızın kurucusu olarak tek bir isim belirtecek olsak Yunus Emre’yi zikredebiliriz. Mevcut veriler Yunus Emre’nin hudâyinâbit bir şair olduğunu gösteriyor. O Türkçenin ruhunu ilk kez keşfedendir, Türkçe yazmış olan herhangi bir selefi yoktur. Buna mukabil ilahî bir lütufla Türkçeyi gönül dili hâline getirmeye muvaffak olmuştur. Manen beslendiği isimlerin başında Tapduk Emre (k.s) gelir. Bir şiirinde “Baba Tapduk manisin saçdık elhamdülillah” der. Yunus Emre’nin tahsil gördüğü, sanıldığının aksine ümmi olmadığı, Arapça ve Farsça bildiği eserlerinden anlaşılmaktadır. Divanında Mevlânâ hazretlerinden ve Sâdî-i Şîrâzî’den tercüme ettiği şiirler vardır. Bilhassa Hz. Mevlânâ’nın tesiri belirgindir.
Yunus Emre, Türkçeden başka dil bilmeyen halka tevhidi, güzel ahlakı ve aşkı telkin etmiştir. Daha çok aşktan bahsetse de onun bazı şiirleri manzum birer ilmihal gibidir; dinin vecibelerini, peygamberler tarihini, tasavvuf umdelerini konu edinir. Yine birçok mısraı Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin meal ve tefsirinden oluşur. Sık sık ölümden, dünyanın bir gurbet yeri olduğundan ve gönül kırmamak/yıkmamak gerektiğinden bahseder.
Yunus Emre geleneğimizde çok sevilmiş, mektep olmuş bir şairdir. Çağdaşları üzerinde tesiri vardır. Sonraki dönemde onunla aynı mahlasa ve üslûba sahip birkaç şair daha çıkmıştır: Âşık Yunus ve Said Emre gibi. Bu şairler ile Yunus Emre’nin yazdıkları zamanla birbirine karışmıştır. Kaygusuz Abdal, Ümmi Sinan, Niyâzî-i Mısrî ve İsmail Hakkı Bursevî (kuddise sırrıhum) gibi isimler de Yunus Mektebine dâhil edebileceğimiz sûfî şairlerdir.
Türkçenin Şevki ve Coşkusu: Gülşehrî
Gülşehrî’nin doğum ve vefat yılları tam olarak bilinmiyor. 1250’li yıllarda doğup 14. asrın ortalarına doğru vefat ettiği tahmin ediliyor. Onun bir Mevlevî şeyhi olduğu, irşad faaliyetlerini Kırşehir’de sürdürdüğü söylenmektedir. Nitekim Hz. Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’e karşı duyduğu hürmeti eserlerinde açıkça ifade eder. Tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlerin yanı sıra simya, kimya, hesap gibi fen ilimlerini de öğrendiğini söyler. Âlim bir sûfîdir. 1301 yılında Moğol hükümdarı Gazan Han’a sunduğu Feleknâme adlı Farsça bir eser kaleme almıştır. 16 sene sonra ise Feridüddin-i Attar ‘ın Mantıku’t-Tayr isimli eserini Türkçeye kazandırmıştır. Fakat bu doğrudan bir tercüme olmayıp telifi andıran serbest bir çeviridir. Kabusnâme, Mesnevî-i Şerif, Kelile ve Dimne ile Gülistan’dan bazı hikâyelerin tercümesiyle birlikte bizzat kendisinin yazdığı hikâyelerle tercümesini zenginleştirmiş, telif suretine büründürmüştür. Bu eser Gülşennâme olarak da bilinir.
Mantıku’t-Tayr, 30 kuşun (sîmurg) kendilerine mürşid olarak seçtikleri Hüdhüd’ün rehberliğinde çıktığı hakikat yolculuğunu konu edinir. Attar’ın bu eseri çok sevilmiş, çok övülmüş bir mesnevidir. Hz. Mevlânâ bu esere atıfla, “Attar yedi aşk şehrini dolaştı, bizse hala bir küçük sokağın başındayız” demiştir. Gülşen-i Râz adlı eserin sahibi Şebüsteri “Yüzlerce yıl geçer de Attar gibi bir şair gelmez” diyerek Attar’ı över. Modern dönem fikir adamlarından Roger Graudy ise “Bir beşerin kaleminden çıkabilecek en mükemmel eser Mantıku’t-Tayr’dır” demiştir. İşte Gülşehrî, dünyanın belki en güzel edebî / tasavvufî eserlerinden birini Türkçenin imkânları dâhilinde ifade etme cesaretini göstermiştir; hem de Türkçenin iptidaî bir devrinde.
Gülşehrî, Farsça yazan biri olmasına ve o dönemde Türkçeye rağbet edilmemesine rağmen, Farsçayı bıraktığını ve artık devamlı Türkçe yazacağını söyler: “Ben bu Türkî defterün çün dürmeyem / Farisicesi ile değşürmeyem.” Şevk ve coşku içinde Türkçeyi sahiplenir. Ayrıca yazdığı eserlerle iftihar eder; kitabını tercüme ettiği Attar’ı ve pek çok şairi geride bıraktığı iddiasındadır. Bu yönüyle Gülşehrî, klasik edebiyatta vâki olan fahriye (övünme) geleneğinin Türkçedeki başlatıcısı konumundadır: “Kimse böyle tonlu söz söylemedi / Kimse bundan yeğ kitap eylemedi.” der. Âdeta divan şairlerini muştulayan bir çerağ yakmıştır. Sonraki dönem şairlerinin Türkçeyi sahiplenmesinde Gülşehrî’nin bu şevk ve coşkusunun payı olduğunu söyleyebiliriz.
Türkçenin Aklı ve Şuuru: Âşık Paşa
Âşık Paşa (1272-1332), tıpkı Gülşehrî gibi o dönemin kültür merkezi Kırşehir’de yaşamıştır. Asıl adı Ali’dir. Meşhur Baba İlyas’ın torunu, Muhlis Paşa’nın oğludur. Bilgili, görgülü, itibarlı bir aileden gelmektedir. İyi bir eğitim almıştır. Yaklaşık 60 yaşında iken Garibnâme’yi tamamlamıştır. Burada geçen garib kelimesi, “benzeri görülmemiş, eşsiz” manasında kullanılmıştır. Gerçekten de Garibnâme, sonrasında benzeri yazılmamış müstesna bir kitaptır. Garibnâme’de insanın kendini, eşyayı ve yaratıcısını tanıması, varlık amacını bilmesi, gideceği yere (ahirete) hazırlanması ve buna uygun yaşaması salık verilir; kısaca insanı iyiye, doğruya ve güzele ulaştıracak yollar gösterilir. 10 bölümden oluşan Garibnâme’nin her bölümünde 10 destan vardır; dolayısıyla eser aslında 100 bölümlük bir bütündür.
Âşık Paşa, çağdaşı şairler gibi Hz. Mevlânâ’dan etkilenmiştir. Mesnevî’deki bazı hikâyeleri çevirerek eserine dâhil etmiştir. Türk diliyle eser yazılmadığını, Türkçeden başka dil bilmeyen halkın bilgiden mahrum kaldığını belirterek eserini Türkçe olarak yazma gerekçesini açıklar: “Kamu dilde var idi zabt u usul / Bunlara düşmüş idi cümle ukul / Türk diline kimsene bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi / Türk dahi bilmez idi ol dilleri / Ol yolu ol ulu menzilleri / Bu kitap anın için geldi dile / Kim bu dil ehli dahi mani bile.” Bu ifadelerden bazı araştırmacıların yaptığı şekilde Türkçe övgüsü çıkarmak yanlıştır. Âşık Paşa lafzı değil manayı önceleyen ve önemseyen bir sûfîdir. O dönemin karmaşası ve dağınıklığı içinde görmüş geçirmiş tecrübeli bir âlim sûfî olarak fikirlerini muhataplarına iletmek kaygısındadır. Bu yüzden halkın bildiği dille, açık sade bir üslupla eserine vücut vermiştir.
Âşık Paşa’yı etkileyen bir diğer isim Yunus Emre’dir. Kemal Yavuz’un isabetle belirttiği gibi Garibnâme’nin bazı parçaları Yunus’un mısralarının şerhi gibidir. Onun bir beyti bazen onlarca beyitle izah edilir. Yunus Emre fışkıran bir gözedir. Âşık Paşa o gözenin suyunu taşımak için kanallar yapar; sistemlidir. Aklıyla, şuuruyla, mütefekkirâne yazar. Yunus’taki cezbe hâli onda yoktur. Âşık Paşa’nın tesir ettiği isimlerin başında ise Mevlid sahibi Süleyman Çelebi gelir. Onun Vesîletü’n-Necât adlı meşhur mevlidinde Garibnâme’den alınma onlarca beyit mevcuttur. Âşık Paşa’yı önemli kılan bir husus tam da budur: Yunus Emre ile Süleyman Çelebi arasında köprü olmak. Mevlid-i Şerif edebiyatımızın kurulma devrinden gelişme devrine geçişini işaret eden en başarılı örneklerin başında gelir. Milletimiz asırlarca Resul-u Ekrem Efendimiz aleyhisselatü vesselama duyduğu muhabbeti bu eserle terennüm etmiş, hâlâ da devam etmektedir.
Sözü hitama erdirmeden Türk edebiyatının manevî kurucusunun Hz. Mevlânâ olduğunu belirtmek isterim. Farsça yazmasına rağmen Hz. Mevlânâ’nın bu üç sûfî şair üzerinde tesiri büyük olmuştur. Allah hepsinin makamını âlî eylesin.
Feyyaz Kandemir
3 Yorum