Kelimeler, zihinlerimize çeşitli vasıtalar aracılığı ile gelir ve zihinlerimizde yer ederler. Fakat bu yer ediniş, salt “o kelimenin zihindeki varlığına” işaret eden sathi bir mevzuya değil, o kelimenin menşeinin ve dolayısı ile tüm “felsefe”sinin de zihinde yer etmesi mevzuuna işaret eder. Dolayısı ile bir kelimenin insan zihninde yer tutuşu, hatta bu yer tutuşun yaşanılan düzence sistematik bir şekilde kuvvetlendirilmesi, bu kelimenin içinde barındırdığı tüm ereklerin de insan zihninde yer tutması anlamına gelmektedir. Yaşadığımız dünya düzeninde zihnimizde yer tutan ve dolayısı ile zihinlerimizi şekillendiren kelimelerin neredeyse hepsi batı menşeli dersek, sanıyorum çok da abartmış olmayız. Hayatlarımızı bu şekillendirmeye göre biçimlendiriyor, bir “batılı” gibi yaşıyor ve dolayısı ile bir batılı gibi düşünüyor, bakıyor, hissediyoruz. Bu düşünüş, bakış ve hissedişin bir veçhesini de “turizm” kelimesi ile tabir edilen vaka oluşturmaktadır.
“Fransızca” kökenli sözcük olan turizm; “dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla yapılan gezi” olarak açıklanır. Turizm, batılılarca yapılan “dinlenme”, “eğlenme”, “görme”, “tanıma” gibi “amaç”ları içinde barındıran bir gezidir ki bu “amaç”lar; bu “eylem”in zorunlu unsurlarıdır. Burada ilk olarak “amaç” unsuruna dikkat etmeliyiz. Yapılan bir eylemin içerisinde dinlenme, eğlenme, görme ve tanıma gibi “amaç”lar ihtiva edişi mühimdir. Turist, gittiği yerlere eğlenmek, görmek, tanımak amacıyla gider; yani bu gidiş eğlenmekle, görmekle, tanımakla “tükenen” bir amaca hizmet eder. Eğlenmek, görmek ve tanımak “zorunda”dır turist zira bu amaç için yola çıkmıştır. Bu “zorundalık” sebebi iledir ki turist; her şeyi koflaştıran ve yüzeyselleştiren, hızlandıran, tüketendir. Bir sanat eserini görmeye müzeye giden turisti ele alalım; bu eseri sanatkâr, bir “amaç” uğruna değil fakat bir “dert” dolayısıyla vücuda getirmiştir. Oysaki turisti bu eseri görmeye iten sebep bir “amaç”tır ki bu amaç, içinde “dert” barındırmaz bilakis, onu “dert”ten uzaklaştırmak ister. Turistin amacı bu eseri, görmek, tanımak, bilmek ile “tükenen” bir amaçtır. Bu sebep ile eseri yüzeyselliğe hapsedecektir. Aynı durum bir şehri görmeye gelen “turist” için de geçerlidir. Turist şehri “bilmek” amacı ile hareket ettiği için o şehrin en meşhur yerlerini görmek isteyecektir. Yani şehri “yüzeysel” bilmek onun için gerekli ve yeterlidir. Birincil amacı şehri en kısa yoldan bilmektir. Zira ona, “direkt olarak” eğlenme, tanıma ve bilme öğütlenmiştir. Burada bir “direktlik” göze çarpar; çabukluk, meşakkate tahammülsüzlük. Yani tipik bir batılı davranış biçimi. Bu çabukluk ve tahammülsüzlüğün ardında ise bir “çıkar” gizlidir. Turist gezi için ayırdığı zamanı ince ince hesap eder, gezi için zaman ayırmıştır ve bu zaman diliminde neleri göreceği, tanıyacağı ve hatta eğleneceği yerler dahi bellidir. O bunları hesap ederek gider gezisine. Kısa zaman diliminde “çok” eğlenmek, bilmek, görmek ister. Ne kadar çok yer görürse o kadar iyidir turist için çünkü “aceleci”dir. Her yeri görmek, bilmek isteyişinde aynı zamanda bir “sömürme” içgüdüsü vardır.
Turist-çıkar ilişkisi ile ilgili Dâryuş Şayegân, şöyle bir değerlendirmede bulunur: “…Batı’dan Çin’e giden İbn Battuta turist değildi. Çünkü onlar için seyahatin anlamı bir seyr ü sülûk idi ve belki de bu yoldan edindikleri hiçbir deneyim hiçbir amaca yönelik değildi. Ne var ki turistlerin atası Marco Polo’nun, mücevher satıcısı Charden’in veya Doğu’ya gelen başka gezginlerin seyahat amaçlarında bugünün çıkarcı turistlerinin amacını bulmak mümkündür.” Seyahatin anlamının “seyr ü sülûk” oluşu ile seyahatin bir “çıkar”a hizmet edişi arasında farklı dünyalara aidiyetlik meselesi vardır. Müslümanın seyahati, turistin gezisindeki aceleci, kof, hazırcı bir tavırla sathi öğrenmesinin ve bu öğrenmenin içindeki o amacın aksine “meşakkatli” bir anlama, düşünme yolculuğudur.
Turist her şeye sathi bakar, sathi görür. Yani turist her şeye bir batılı olarak bakar. Bir batılının turist olmasında bir beis yoktur. Fakat bir Müslüman “turist” olabilir mi? Sanıyorum, bu soruyu sormam dahi çoğu insana “garip” gelecektir. Oysaki Müslümanca düşünme, “saf olarak” İslam inanç ve ahlakını şiar edinen bir düşünmedir ve onun başka bir düşünce sistemine ihtiyacı yoktur bilakis Müslümanın farklı bir düşünme biçimini zihnine sokması onu “Müslümanca düşünmek”ten uzaklaştırır. “Turizm” dediğimiz bu kavram da temellerini batılı, çıkarcı düşünceden alır. Bu sebeple bir Müslüman “turist” adı altında kendi ülkesinde bir şehre hatta bir camiye gittiğinde dahi turist olmanın gereği olan o batılı çıkarcı düşünüş ile gözlemler her şeyi. Ve yine bu sebeple Müslüman, kendi şehrine dahi “oryantalist”çe bakar. Örneğin şehirlere “tur” adı altında geziler düzenlenmektedir. Bu gezilerde camilere girilip çıkılmaktadır. Yani camiler görülmekte, tanınmaktadır. Problem tam da burada ortaya çıkıyor. Müslüman camiye “tur” adı altında düzenlenen turistik bir gezide turist olarak giriyor, camiyi inceliyor ve çıkıyor. Amaç; camiyi “turizm” “amaç”ları dâhilinde tanımak, bilmek. Bir batılı camiyi nasıl geziyorsa örneğimizdeki Müslüman da camiyi o şekilde geziyor. Ve “oryantalist”çe bakıyor. Oysa Müslümanın camiye girişi bu “amaç”larla kirlenmemiş, “amaç”lardan âri bir “kul” bilinciyle olmalıydı.
Batıdan ithal ettiğimiz her kavram, batılı düşünüşü de kendisiyle birlikte getirir. Bu bir “zorunluluk”tur. “Turizm” bu kavramlardan sadece biri. Aceleci, sömürücü, her şeyi kofluğa hapseden insan olan turist tipik bir batılı gezgindir. Müslümanın “turistleşmesi” ise, batılı gibi düşünmesi, hissetmesi, görmesi yani Müslümanca düşünüşten uzaklaşması anlamına gelir.
Feyza Yapıcı