Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya
(Melih Cevdet Anday)
İnsan, anlam/değer dünyasını soyut ve somut işaretler ilişkisi üzerinden kurgular. Eylemlerini bu ilişki üzerinden şekillendirir. Zamanla eylemleri alışkanlık hâline gelerek rutini belirler. Bu rutinler, insanın kırması en zor zincirleridir. Çünkü rutine indirgenmiş bir anlam/değer dünyası, konfor demektir ve bu da alışılagelen düzenin tek gerçeklik olduğu yanılsamasını doğurur. İnsanın bu yönü, içinde yaşadığı toplumun da bir özetidir. Toplumlarda tıpkı insan zihni gibi bir idrak taşır ve süregiden alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemez. Rutininin dışında kalan her şeyi tehlike olarak kabul eder ve savunma mekanizması geliştirerek kendini korumak ister. İçinde yaşadığımız dünya sisteminin işleyişine dair yöneltilen her eleştiri, modern insanın tadını kaçırıyorsa bu yüzdendir. Çünkü mevcut işleyişin getirileri, insanın içinde yaşadığı düzenin gerçekliğini meşrulaştıran bir özelliğe sahip. Görünen, maruz kalınan düzenin dışında bir yaşam alanını göze alamadığından, konforunu kaybetmek istemediğinden, kafasını karıştırmak istememesi gayet tabii. Bunda mazur olduğunu düşünebiliriz.
Yazıya bu şekilde başlamamın nedeni, bu konuları konuşarak, gündeminde bu tarz içeriklere yer olmayan mutlu insanların tadını kaçırma hakkımın olmadığı itirazını almamdır. Bu itirazı yönelten arkadaşım, muhtemelen, yüzdüğü haz denizinde ayağına sekiz kollu ahtapotun dolanmasından rahatsız oldu. Eğer öyleyse bu meselelerin kapsamına dair bazı öngörülere sahip olduğu aşikâr. Bu yüzden rahatsız ediciliğinden kurtulmak için kendini kandırmanın yollarını arıyor. Dolayısıyla bu çerçevede yazdığımız yazılar onun için bir saldırıdır. Saldırganlık ise barbarlıktır. Acaba öyle mi? Konuya buradan giriş yapabiliriz.
Modern dönemi doğuran gelişmeler, yıkıcılığın barbarlık oluşu yerine, barbarlığın yıkıcılığın koşulu hâline getirilmesiyle başlamıştır. Montaigne, insanın alışık olmadığı şeyleri barbarlık olarak nitelediğinden bahseder. Barbarlık, bu sözün söylendiği sıralarda, verecek bir şeyi olmayanların yalnızca almak için yaptığı işgal ve katliamları meşrulaştırmak için kullanılan yönüyle ilintilidir.
Amerika ve Afrika topraklarında boyunduruk altına alınan insanlar üzerinden Avrupalıların haklılık gerekçesi neydi? Gittikleri yerlerde yaşayan insanların barbarlığıydı. Fakat bu gerekçe kendi içlerinde bile karşılık bulamıyordu. Öteki toplulukları barbar olarak tanımlayan Avrupa, “barbarların” varlığını kendi düzenleri açısından bir saldırı olarak görmekle beraber, onların yaşadıkları toprakların gelecekte kavuşacakları güvencelerin de kaynağı olduğunu anlamışlardı. Bu yüzden bütün işgal süreçlerini, barbarlığı ispat etmekle, sömürü ve katliamların meşruluğunu ortaya koymakla geçirmişlerdir.
Meşrulaştırma politikalarının kahramanlarından bazıları Darwin, Huxley, Wallace ve Spencer gibi düşünürlerdir. Onların varlık üzerinde geliştirdikleri evrimci bakış açıları ile insan ve toplumlar üzerinde oldukça manipülatif yorumlar ortaya çıktı. Kapitalizmin taşıyıcılığını üstlenen kaynak ve ucuz iş gücünün kurbanı olan “vahşi, ilkel, barbar” insanlar, bu teoriler ile kullanıma hazır hâle getirildiler. Aslında sistemin kurucuları kapitalizmin kıyıcılığını sadece öteki toplumlar üzerinde uygulamadı. Kendi insanını da öteki olarak muamele etti. Öyle olmasaydı çalışan İngiliz kadınlarının fabrikada geçirdiği uzun sürelerde, bebeklerinin problem çıkarmaması için afyondan hazırladıkları ilaçlarla uyutmazlardı.
Fakat kendilerinden olmayan toplumlar hususunda yapılacak itirazlara karşı ayrı bir savunma geliştirdiler. Onların insanlaşamamış, arada kalmış ırklar olduğu düşüncesini uydurdular. Onlar terbiye edilmesi gereken varlıklar olarak tanımlandı. Bu sayede insan elinden çıkma medeniyetin varlığını sürdürme mücadelesinde ilerleme düşüncesinin gerisinde kaldıkları düşünüldü. Bu insanlaşamamış toplumlar kullanılarak devrimler beşiği olarak görülen Avrupa tahakkümü her yere sıçradı. Bu algısal manipülasyonların bütün ağırlığıyla hâlâ milli müfredatlarda varlığını korumasının sebebi ile Darwin’in evrim teorisi ile güttüğü kaygının aynı kapıda buluştuğunu söyleyebilirim.
Diğer taraftan kapitalizmin yaygınlaştırılması maksadıyla ideologların topluma dayattığı “Hz. İsa serbest ticarettir ve serbest ticaret de Hz. İsa.” ya da “Serbest ticaret Tanrı‘nın politikasıdır, insanları barış zincirleriyle birleştirmenin başka bir yolu yoktur.” gibi sloganlarını düşünelim. Belirli bir kesimin avuçlarını ovuşturmasına neden olan düzenin varlığını koruması için ihtiyaç duyduğu kitleleri bu ifadelerden başka nasıl elde tutabilirsiniz?
Peter Perdue, bu hususta en iyi çözümlemeyi yapan düşünürlerden biridir. Ona göre
bir köle yalnızca bir mal olarak görülüyorsa, suçlarından dolayı mahkûm edilmesi abestir. Ancak bir insan olarak kabul ediliyorsa, neden eşit haklara sahip değildir sorusunu sorarak meseleyi bilimsel ırkçılığın doğuşuna getirir. Çünkü “bilimsel” olarak bir aşağılık durumu meydana getirilip, teorik olarak temellendirilirse, köleler de belli yönlerden mal konumundan çıkıp insan kategorisine dâhil edilebilir. Böylece hükmedilebilir, dövülebilir ve linç edilebilir duruma getirilerek, eşitsizlikleri makul zemine oturtulur. Perdeu, benzer düşüncelerin yıllarca kadınlar, çocuklar ve birçok Avrupalı olmayan toplum için tekrarlandığını ve bu yöntemin duruma göre sıklıkla güncellendiğini dile getirir.
Bütün bu meşrulaştırma sürecini Hobson ise şöyle ifade eder: “En kötüsü de Avrupalı olmayan halkların sonunda, onlara yüklediğimiz yanlış kimliklerle birlikte, onların yaratılmasına temel oluşturan masalı kabul etme noktasına varmalarıydı. (…) Avrupalıların kendilerine yutturduğu geçmişe eleştirel bir yeniden bakışı onun yerine geçirdiler.” Frantz Fanon, bu bağlamda sömürgecilerin en büyük yıkımının, sömürgeleşmiş insanların kendilerine dair tanımlarını onların gözüyle yapacak duruma gelmesi yorumunda bulunur. Zaten insanın başına gelen en büyük tehlike, içinde olduğu tehlikeyi fark edemiyor olması değil midir?
İbrahim Orhun Kaplan
İlgili Yazı Dizisi
1. Avrupamerkezcilik Nedir? – İbrahim Orhun Kaplan
2. Güneş Batı’dan Doğar – İbrahim Orhun Kaplan
3. “Türk Kılıcı Şimdi Başımızın Üzerinde Asılı Durmaktadır” – İbrahim Orhun Kaplan
4. İsabel Değilim Hiç Olmayacağım! – İbrahim Orhun Kaplan
5. “Türk’ün eni Türk’ün boyu” – İbrahim Orhun Kaplan
5 Yorum