“Sen Bir-Az Gelişmişsin”

Yabancı bu memlekette işin ne
Yerin altında damar damar madenlerimiz var
Bizi bekler
Götürüp top dökemezsin
Dağlarımız ırmaklarımız bize göredir
Tarlalarımız bize kadar
Ekemezsin
Bizim bu toprak için
Bu topraklarda dökülecek kanlarımız var
Elini kolunu sallayarak bu memlekete
Giremezsin çıkamazsın
Biliriz yağmaya geldin yabancı
Senin bu memlekette işin ne…
(Vedat Türkali)

Maddi yoksunluk olarak düşünebileceğimiz fakirlik, içinde yaşadığımız dünya sisteminin yüzyıllardır süren gelişiminin kaçınılmaz neticesidir. İnsanların ve toplumların yaşadığı ya da maruz bırakıldığı fakirliğin geçmişi, doğal bir sürecin değil, bilinçli olarak mahkûm edilişin tarihidir. Dünyanın herhangi bir toplumunda gözlemlenen fakirlik, esasında oranın zenginliği nedeniyledir. Fakirleşmiş o topraklar, zengin bir toprak parçası olmasaydı, günümüzde yaşadığımız duruma düşmeyip hiç olmazsa orta halli kalarak varlık sürdürmenin yollarına sahip olabilecekti.

Öbür taraftan baktığımızda dünyanın herhangi bir yerinde akan kan da aynı şekilde değerlendirilebilir. Kan dökülen yerde gözlemlenen yoksulluk, yaşadıkları toprakların manevi zenginlikleriyle ilişkilidir. Bu zenginlik nedeniyle o toprakların sakinlerinin kanı akıtılır, katliama maruz kalırlar. Çünkü dünya sistemini domine edenler, maddi ve manevi zenginliğin bulunduğu topraklarda kendi borularının ötmesini isterler. Dolayısıyla dünyanın neresinde bir fakirlik ve katliam varsa orada ele geçirilmek istenen bir zenginlik vardır diyebiliriz.

Bu tespit, yalnızca zihninizde canlanan topraklarla anlam kazanmaz. Dünya sisteminin mevcut hâli, fakirlik ve katliamların medyada ya da belgesellerde karşılaştığımız görüntülerin üzerinde bir faaliyet alanı vardır. Somut olduğu kadar soyut bir sömürgecilik de işin içindedir. Sömürgecilik; siyasi, iktisadi, kültürel bilinçlere tesir ettiği gibi sağlık, eğitim ve sanatta da bu etkisini gösterir. Bütün bunları sistemli şekilde ayırt edebilmenin zorluğu, olan bitenin gördüklerimizin ardındaki işleyişinde gizli. Zorluğu doğuran ise başlı başına, göremediğimiz fakat sonuçlarından haberdar olduğumuz gelişmelerin yapısındaki karmaşıklıktır.

Örneğin, eğitim ve sanatta idealize edilen yöntemler ile temsiller dendiğinde aklımıza gelenler bir aksiyon gereği değilse doğrudan muasır medeniyetlerin rengini taşır. Bu tam anlamıyla zihinsel bir çözülmedir. Burada kendi idealimizin üzerinde bir noktaya, yani herhangi bir topluma mensup olan birinin kendi yerelliğini muhafaza etmek yerine “evrensel” olana meyletmesi durumunun çarpıklığına işaret ediyorum. Çünkü evrensel değerler bu konu bağlamında başlı başına bir hurafedir. Yaygın bir örnek üzerinden daha anlaşılır hâle getirilebilir. Gelişmekte olarak görülen bir ülkenin ekonomisindeki büyüme oranları üzerinden bakarsak aslında büyümeden değil çürümeden bahsetmemiz gerekir. Çünkü mevcut dünya sistemi, büyümesine imkân tanıdığı ülkeleri ancak kendi toplum ve topraklarından birtakım tavizler vermesi koşuluyla “görünüşte” bir ilerleme kaydetmesine müsaade eder. Yani bir ülkede herhangi bir şey ilerlemeye konu oluyorsa başka bir yerden çürümeye terk ediliyor demektir.

Genel anlamıyla Avrupamerkezciliğin yayılımı olarak görebileceğimiz bu tavizler, toplum açısından refahın temelleri olarak dayatılır. Daima geleceğe yönelik bir umut vaadiyle arkada dönen dolapların üstü bu göstergelerle örtülür. Bu durum hepimizin bildiği üzere geri kalmış toplumların atılımları olarak karakterize edilir. Dünya sisteminin, dolayısıyla ilerlemeyi sürdürenlerin, toplumları geri kalmış, gelişmekte ve gelişmiş olarak tanımlaması da az önce bahsettiğim umuda ilişkin tanımlar olarak görülebilir.

Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin hem liderleri hem de o liderleri iktidarda tutan destekçilerinin yegâne umudu, gelecekte tam bağımsız ve güçlü bir ekonomiye sahip olabilecek olmalarından ileri gelir. Gelişmiş ülkelerde ise sahip oldukları gelişmişlik seviyesini muhafaza edebilmenin motivasyonu söz konusudur. Bu iki hareket noktası sistemin canlılığını sağlar ve yayılımını güçlendirir. Tıpkı “İtalya’yı yarattık sıra İtalyanları yaratmada…” sözünün muhtevasındaki zihin durumu gibi.

Kimsenin bu üç tanımlamanın kapsamına ya da neticelerine dair fikri yoktur. Teknolojik ilerlemenin medeniyet bağlamında değerlendirilmesi ile varılan noktada, birçoğunun neşeyle karşıladığı bu gelişmelerin en güçlü, en haz veren bir diğer motivasyon kaynağı ise dini duyguların işin içine girmesiyle başlar.

Dini ve milli motivasyonların itici gücünün kullanılması toplum açısından olumlu neticeler gösterse de yapılan manipülasyon korkunç sonuçlar doğurur. Kitlenin, bu söylem üzerinden hareket eden şeflere karşı duydukları kaçınılmaz zaaf, geri dönüşü mümkün olmayan (tanrısal müdahaleler hariç) birtakım değişimlere neden olur. Kitle marifetiyle, dünyada dini ve milli unsurların ortadan kalktığı, geçer akçenin sadece küresel Avrupa sisteminin -dolayısıyla kapitalist bilincin- herkes tarafından benimsenmesini istediği dünya hayalinin zemini hazır hâle getirilir. Bu zemin üzerinde şekillenecek olan dünya, artık dini ve milli yani yerel ve bireysel farklılıkların ortadan kalktığı bir dünyadır.

İlginçtir, günümüzde bu sınırsız dünya devleti hayalinin baş düşmanı ırkçılıktır. Bir düşünürün ifadesiyle, eğer herhangi bir toplumda ırkçılık düşüncesi ortadan kalkarsa, Avrupa evrenselciliğinin tüm dünyaya yayılması daha kolay olur. Bundan ötürü şu anda dünya genelinde birçok lider, yerel kültürlerin ve milli karakterlerin yoğun olduğu yerlerde bu kavramları “ırkçılık” adı altında tahfif ederek ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bunu daha yaşanabilir müreffeh bir dünya için yaptıklarını iddia edebilir miyiz?

Dünyanın küresel Avrupa emperyalizmine doğru ilerlemesinin arka planına baktığımızda hafife alabileceğimiz bir tarihsel geçmişten söz edemeyiz. Bilakis söz konusu gelişmelere bakarak tarihsel vetirenin en güçlü dönüm noktalarına şahitlik ederiz. Hatta altı yüz yıl boyunca kendileri dışında kimsenin ulaşamadığı bir inattan bahsedebiliriz. Keşifler çağı olarak bilinen on beşinci yüzyıl bu açıdan dikkat çeker. İnsanlar, ölümü pahasına çıktıkları yolculuklarda yüzyıllar süren işgallerin külfetini büyük bir şevk ile omuzladılar. Avrupalıların çıktıkları bu yolculukları, Tanrı’ya insanlıklarını verdikleri ve karşılığında medeniyeti aldıkları bir serüven olarak bakabiliriz. Uzun bir süredir bütün yaşadıklarımız medeniyetin uzantıları olarak hayatımızda yer almaktadır. Bir filozofun dediği gibi medeniyetin insanlara bir özür borcu var.

 

İbrahim Orhun Kaplan

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir