Sehl-i Mümteni Nedir?

Türk Şiirinde Sehl-i Mümteni

Sehl-i mümteni kavramının Türk şiiri ve şairleri ile irtibatını ortaya koymak “sehl-i mümteni nedir?” sorusunu daha cazip hâle getirecektir. Türk şiirinin temelini atanlardan biri olan Yunus Emre’nin şiirlerine öteden beri sehl-i mümteni yakıştırması yapılır. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Şeyhî’nin Harname’si, Nahifî’nin Mesnevi tercümesi sehl-i mümteni örneği olarak gösterilen eserler arasında yer alır. Ayrıca Fuzûlî, Bâkî, İbn Kemal, Şeyhülislam Yahya, Nâbî, Sâbit, Karacaoğlan, Nedim, Şeyh Gâlib gibi şairlerin sadelikle teşkil edilmiş beyitleri, şuara tezkirelerinde, çeşitli sözlüklerde ve monografi çalışmalarında sehl-i mümteni olarak değerlendirilmiştir.

Şimdiye kadar sehl-i mümteni üzerine en teferruatlı yazıyı yazmış olan Prof. Mine Mengi, alanı gereği sehl-i mümteniyi yalnızca ‘klasik edebiyat’a münhasır bir şekilde ele almıştır. (Mengi 2010, s.65-75) Oysa sehl-i mümteni doğrudan sadelikle ilgili bir kavram olduğundan, onun en güzel örneklerini sade Türkçenin hâkim olduğu modern dönem edebiyatımızda ve şiirimizde bulabiliriz. Nitekim bazı edebiyat terimleri sözlüklerinde modern dönem eserlerinden de sehl-i mümteni örnekleri gösterilmiştir. Mehmet Âkif, Faruk Nafiz, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Orhan Veli gibi isimler, şiirleri içinden sehl-i mümteni örneği gösterilen şairlerden bazılarıdır.

Bunca önemli şairle kolayca irtibatlandırılan bu kavram üzerine pek de fikir yürütülmemiştir. Geleneksel şiirin katı kaideleri içinde sade olup güzel bulunan eserlere ‘berceste’ yerine ‘sehl-i mümteni’ yakıştırması yapılıp geçilmiş, gördüğüm kadarıyla. Şuara tezkirelerinde sehl-i mümteni, genellikle taklit ve tanzir edilmesi çok güç olarak ifade edilmiştir. Mesela Mehmed Sâlim Efendi, Sâbit’in şiirlerini sehl-i mümteni olarak gösterirken şöyle diyor: “gerçi eş’ârı yesir görünür ammâ sehl-i mümteni’ makulesi olup reftarına tanzir be-gâyet ‘asirdir” (Mirza-zade 2018, s.154). Meşâ’irü’ş-Şu’arâ ve Fatin Tezkiresinde sehl-i mümteni ile sihr-i helal kavramları birlikte anılır; Orhan Okay da sihr-i helâl kavramını sehl-i mümteniye benzetmiştir. (Çelebi 2018, s.516: Davud 2017, s.366) Buna benzer birkaç küçük detay dışında, tezkirelerde sehl-i mümteniye dair hiçbir malumat yoktur. Gelenekte, pek çok edebî kavram ve terim gibi sehl-i mümteni de tanımlama ihtiyacı duyulmadan kullanılır. Ancak modern dönemle birlikte edebiyat terimleri sözlüklerine girmeye başlar. 

Sözlüklerde Sehl-i Mümteni

Sehl-i mümteni en kısa ifadeyle “elde edilmesi güç olan kolaylık” demektir. Sözlüklerde yer yer birbirinin tekrarı basmakalıp ifadelerle tanımlanmıştır. Tekrara düşmemek için mevcut bazı tanımları birbirini bütünleyecek şekilde sunmak daha yerinde olur:

“Derin ve ince anlamlar ifade ettikleri halde sadelikleri sebebiyle kolayca söylenivermiş hissini veren, fakat aslında söylenmesi, taklit edilmesi çok güç olan söz, şiir, vb.” (Ayverdi 2005, bkz: sehl)

“Sehl-i mümteni, daha çok, kendiliğinden birdenbire yazılmış etkisi uyandıran, süsten, tasannudan uzak edebiyat eserlerinin bir özelliğidir.” (Karataş 2011, s.510)

“Sehl-i mümteni kolayla zorun bir sentezidir. Sade ve düz anlatıma dayanması nedeniyle ortaya çıkarılması kolay gibi görünür. Ancak, kolay sanıldığı için taklit edilmeye kalkıldığında yoğun ve özgün anlatımdan, dilin usta kullanımından dolayı taklit edilemez, benzeri söylenemez. Sehl-i mümteni olan sözün, şiirin ya da eserin muhtasar ve mucez yani kısa, özlü ve bu özelliklerinden dolayı da münakkah olması aranır, istenir. Yalnızca bu özellikleri bile bizce, sehl-i mümteni eserin taklidini güçleştirmekte yeterli olmalıdır!” (Mengi 2010, s.66-73)

“Sehl-i mümteninin en büyük ziyneti külfetsizliğidir. Gayet tabiî ve akıcı olduğundan onu işiten “Ben de böyle söz söyleyebilirim’ der. İşte o zaman ona yine sehl-i mümteni kabilinden olan ve onu imtihana çeken: “zannetme ki şöyle böyle bir söz / gel sen dahi söyle böyle bir söz” hitabı gelir.” (Naci 1996, s.140)

“Sehl-i mümteni bir üslûp özelliğidir. Sanatkârın dile son derece hâkimiyeti sonucu başarılabilir.” (Kocakaplan 2014, s.125,126)

Sehl-i Mümteninin Üç Temel Özelliği

Sözlüklerdeki tanımlardan edindiğim kanaate göre sehl-i mümteni olarak nitelenen bir eserde bulunması gereken üç temel özellik var: Sehl-i mümteninin sade olması, tasannu ile tekellüften uzak olması ve taklit edilemez olması… Bunlar sacayağı olarak ifade edilebilir. Diğer özellikler tâlîdir. Bu üç özelliğin örnek metinler ve kişiler üzerinden mukayeseli olarak irdelenmesi, sehl-i mümteni niteliğine sahip olan eserleri keşfetmemizi kolaylaştıracaktır.

I. Sadelik

Edebiyat söz konusu olduğunda sadelik genelde, dilin açık ve anlaşılır olması şeklinde tanımlanır. Fakat açık ve anlaşılır olma durumu, muhataba göre değişkenlik göstereceğinden bu tanımı sorgulamak gerekir. Bilhassa şairin karnındaki manaya nüfuz edebilmek müşkül bir iştir. Şahsen sehl-i mümteniyi Türk şiirinin bütünü içinde aradığımdan, sadelik kavramını bu bütüne en muvafık olacak şekilde değerlendirme taraftarıyım. Yani, kelime hazinesi bakımından mutedil bir Türkçenin taraftarıyım. Sehl-i mümteni örneği olarak gösterilen bazı beyitlerde Farsça terkiplere bile rastlanıyor. Bu yüzden sadeliğin sınırlarından ziyade mahiyetine odaklanmak daha isabetli olur.

Sehl-i mümtenide aranan, özlü ve özgün bir sadeliktir. İçerik özlü (duygu/düşünce bakımından yoğun), üslûp özgün (benzerlerinden ayrı veya üstün) olmalıdır. Üslûp, eserin özünü muhataba iletmede yahut muhatabı eserin özüne yaklaştırmada gösterilen maharetin adıdır; yani anlatımı etkili yahut çekici kılmanın adı. Bu maharet, özgün bir Türkçe söyleyişe dönüşmelidir. Türkçe söyleyiş, bizi asıl mekânımızda-anadilimizde* hissettirecek doğal ve akıcı bir dildir: Doğal bir renge bürünmüş öz, akıcı bir ahenge kavuşmuş ses. ‘Şiir’deki sehl-i mümteni örneklerini tespit ederken aramamız gereken asgarî şart bu ikisidir. Doğallık, muhatapta sehl-i mümteninin kolayca taklit edilebileceği vehmini uyandırır. Akıcılıksa telaffuzu kolaylaştırır. Bunlar işin sehl kısmıdır. Mümteni kısmıysa taklide kalkışıldığında ortaya çıkar. Dolayısıyla açıklık ve anlaşılırlık muhataba göre değişkenlik göstereceğinden sadelikte asıl iş bu doğallığı ve akıcılığı yakalamaktır, yani Türkçe söyleyişi: “ki aşk bende garib oldu hüsn sende garib”, “söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez”, “teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda” mısralarında olduğu gibi. Daha etraflı bir misalle göstereyim:

Destimi kessen kalır dâmân-ı lütfunda elim

Dâmenin kessen kalır destimde lütfun dâmeni

Ahmed Paşa

“Dest: El” ve “Dâmen: Etek” mazmunu divan şiirinde sıkça kullanılır. Ahmed Paşa’nın beyti bir berceste beyit olarak kabul edilebilir fakat sehl-i mümteni olabilecek Türkçe söyleyişten (sadelikten) uzaktır. Mesela bir başka şair aynı mazmunu çok daha Türkçe bir söyleyişle kullanmıştır:

Şöyle muhkem tutayım aşk ile dildâr eteğin

Ya elim kat’ edeler ya keseler yâr eteğin

Necati

Bu beytin ne kadar açık ve anlaşılır olduğu muhataba göre değişse bile, Ahmed Paşa’nın beytine kıyasla daha doğal ve akıcı olduğu görülüyor. Zaten bu doğallık ve akıcılık, duyargaları açık olan bir muhataba beytin anlamını sezdirir. Çünkü Necati hem şiirin hem de Türkçenin hakkını veren bir söyleyişe ulaşmış. Mazmunu el ve etek şeklinde Türkçeleştirerek, mazmun üzerinden iletmek istediği özü doğal bir renge büründürmüş. Aynı zamanda sesi akıcı bir ahenge kavuşturmayı da başarmış. Ahmed Paşa’nın beytindeyse Türkçe, şiir-sanat endişesinin gölgesinde kalmıştır, yani doğallığa gölge düşmüştür.

Aynı mazmunun veya konunun işlendiği metinler arasından bir sehl-i mümteni örneği gösterilecek olursa, yukarıdaki gibi mukayese yoluyla Türkçe söyleyişe en uygun metin tercih edilmelidir; özellikle aynı devrin eserleri ele alınırken.

II. Tasannu ile Tekellüf

Tasannu, yapmacık demektir; bir şeyi olduğundan daha kıymetli göstermek olarak da tanımlanabilir. Tekellüf de hemen hemen aynı manaya çıkar; zoraki bir harekette bulunmak, gösterişe kapılmak gibi anlamları barındırır. Sehl-i mümteni bu ikisinden de uzaktır. Fakat bu, söz sanatlarından yüz çevirmeyi gerektirmez. Eserin doğasına başarıyla sindirilmiş olan bir takım söz sanatları da sehl-i mümtenide pekâlâ bulunabilir. Mevlid-i Şerif’te birçok söz sanatına rastlanır; eserin doğasına başarıyla sindirildiğinden çoğu fark edilmez bile. Öyleyse tasannu ile tekellüften uzak olmak, samimiyete yakın olmak şeklinde anlaşılmalı. Nitekim Ziya Paşa’nın “baştanbaşa sehl-i mümtenidir” dediği Mevlid-i Şerif’in yazılma hikâyesine dair rivayet edilenler, Süleyman Çelebi’nin samimiyeti hususunda ikna edicidir. Eseri ile hayatı arasında hiçbir fark olmayan Mehmet Âkif samimiyet abidesidir. İstiklâl Marşı’nın ve Safahat’ın büyük kısmının birçok kimse tarafından (Cenap Şahabettin, Tahir Olgun, Hasan Basri Çantay ve sair kişiler) sehl-i mümteni olarak kabul edilmesi, yalnızca dilinin sadeliği değil, aynı zamanda Âkif’in samimiyeti sebebiyledir.

Bazen samimiyet zaman ile sınanmadan anlaşılmaz. Mesela Yunus Emre’nin “her dem yeni doğarız bizden kim usanası” mısraı kuru bir övünmeden ibaret değildir, zaman ile sınanmış ve sahibini haklı çıkarmıştır. Gerçekten de Yunus aradan asırlar geçmesine rağmen diri ve taze kalabilmeyi başarmıştır. Bu biraz da onun samimiyetiyle ilgili olsa gerek.

Bunun ötesinde samimiyeti test etmek her zaman mümkün olmadığı gibi bir parça da hadsizlik gibi geliyor bana. Bir kere samimiyet herkeste kemal derecesinde tecelli etmez. İnsan bazı durumlarda samimi, bazı durumlarda yapmacık olabilir. Mesela Yahya Kemal İstanbul’u, Türk musikisini, kadim şiirimizi severken ve överken samimidir. Tasannu ve tekellüfe düştüğü bazı şiirlerinden ve tavırlarından hareketle onun büsbütün samimiyetsiz bir insan olduğuna hükmetmek hadsizlik olur. Karacaoğlan, “ala gözlü benli dilber”lere güzelleme yaparken mi samimiydi yoksa “benim Hak’dan özge sevdiğim mi var” derken mi, bunu kesin olarak bilmemiz mümkün değildir. Belki ikisinde de samimiydi; güzellerden hareketle mutlak güzele bir yol bulmuştu, bilemiyoruz. Dolayısıyla samimiyet konusunda biraz müsamahalı olunabilir.

III. Taklit

Türk şiiri bir taklit ve nazire şiiri şeklinde gelişmiştir. Divan, âşık-halk ve tekke şiirleri taklit ve nazirenin ötesinde alıntı ve çalıntı örnekleriyle doludur. Bir şiirinde Fehim-i Kadim, “kanaat eylemez mazmuna divanı çalar çırpar” diyerek şairlerin insafsızlığından yakınır. Birazdan görüleceği üzere modern Türk şiirinde de taklit ve (ç)alıntı örneklerine rastlanır. Fakat zaten taklitten, etkiden ve (ç)alıntıdan uzak bir edebiyat/şiir düşünülemez. Eliot’ın taklit hakkındaki meşhur sözü hatırlanarak bu durum meşru karşılanabilir. O hâlde sehl-i mümteni olan bir eser taklit edilebilir, fakat bu, taklit edilen eserin kuvvetini göstermeye yarar, yani aslını yaşatan bir taklit olarak kalır, diyeceğiz. Güç olan taklit etmek değil, taklit yoluyla aslı aşabilmektir. Cahit Zarifoğlu ile Attila İlhan’ın mısralarını mukayese ederek göstereyim:

ah şu yalnızlık / kemik gibi / ne yanına dönsen batar

Bu mısralar Cahit Zarifoğlu’nun 1977 yılında yayımlanmış olan “Menziller” kitabında “Çağın Küçük Bulanığı” ismiyle bulunuyor.

yalnızlık / çakmak taşı gibi sert / elmas gibi keskin / ne yanına dönsen bir yerin kesilir

Bu mısralarsa Attila İlhan’ın 1993 yılında yayımlanmış olan “ayrılık sevdaya dâhil” kitabından.

İki şairin mısraları da yapı itibariyle birbirine oldukça benziyor. İlhan büyük ihtimalle Zarifoğlu’ndan etkilenmiş. Şiirlerin yazılış tarihi ve tarzı beni bu kanaate sevk etti. Zarifoğlu yalnızlığı kemiğe benzetiyor. Kemik insanın derisinin altındadır, yani içinde. Zaten yalnızlık insanın kendisiyle, içiyle ilgili bir durum değil midir? İnsan yalnız kalmasa da, kalabalıklar içinde bulunsa da kendini yalnız hissedebilir. Bence Zarifoğlu’nun alıntıladığım mısraları bir sehl-i mümteni örneğidir. Çünkü yalnızlık bu mısralarda gayet özlü ve özgün bir şekilde ifade edilmiştir. İlhan’sa yalnızlığı çakmak taşı ve elmasa benzetmiş. Dışsallaştırmış. Zaten şiirin devamındaki mısralardan da bunu anlıyoruz: “fena kan kaybedersin / kapını bir çalan olmadı mı hele / elini bir tutan”. Görüldüğü gibi yalnızlık akla ilk gelen hâliyle, yani birinin yokluğuna bağlanarak anlatılmıştır. Bu yönüyle özgün olmadığı gibi yapı itibariyle de taklit izlenimi vermektedir.

Nâilî’nin sehl-i mümteni örneği olarak gösterilen “dil verdiğimiz yâre nigâh-ı gazabından / tasrihe mecal olmadı îmâ ile geçdik” beyti, Hilmi Yavuz tarafından “çok uzun anlatmak gerekti / ve biz, sadece îmâ ile geçtik” şeklinde dil içi çeviri yoluyla (ç)alınmıştır. Taklide mecal olmamış belli ki.

Peki, taklit edilemediği söylenen sehl-i mümteni, bir taklidin eseri olarak meydana getirilebilir mi? Eğer taklit edilen eser aşılmışsa ve sehl-i mümteni olabilecek özellikteyse niçin olmasın. Bu aynı zamanda taklit edilip aşılan eserin sehl-i mümteni olmadığını da ortaya çıkarır; Ahmed Paşa ve Necati’nin beyitlerinde görüldüğü gibi.

Mesela Yunus Emre’nin “aşkın aldı benden beni bana seni gerek seni” şeklinde başlayan meşhur şiiri, Divan-ı Hikmet’teki “Işkıng şeyda kıldı meni, cümle âlem bildi meni” mısraıyla başlayan bir şiirin taklit edilerek Eski Anadolu Türkçesi sahasında yeniden üretilmiş hâlidir. Ait olduğu dil sahasında bir sehl-i mümteni örneğidir çünkü aşılamamıştır. Necati bir gazelinde “dünyayı bir yana kosalar bir yana seni / bana seni gerek seni ey bîvefa seni” diyerek bu şiire öykünür. Edirneli Nazmi “be hey gözü güzel güzel / bana seni gerek seni / bana yetiş gel imdi gel / bana seni gerek seni” diye başladığı bir gazelinde bu şiiri tanzir eder. Fakat Necati de Edirneli Nazmi de Yunus Emre’nin ulaştığı irtifaya ulaşamamışlardır. Bu hususta dikkate değer pek çok misal gösterilebilir ancak yazının sınırları buna imkân tanımıyor.

Netice itibariyle, taklit, aslını yaşatan ve aslını aşan taklit olmak üzere ikiye ayrılır. İlki, yaşattığı aslın sehl-i mümteni olduğunu, ikincisi aştığı aslın sehl-i mümteni olmadığını ortaya çıkarır. Taklidin olmadığı bir şiir/edebiyat düşünülemeyeceği için özgünlük, benzerlerinden ayrı veya üstün olmak şeklinde ele alınmalıdır; benzersiz veya biricik olmak şeklinde değil.

“Sehl-i mümteni nedir” sorusuna atıfla başladığım yazıyı derli toplu bir cevapla sonlandırayım: Sehl-i mümteni sade, samimi ve taklit edilse bile aşılamayan bir üslûpla söz söyleyebilme sanatıdır. Sadelik, samimilik ve taklitten ne anladığımı ‘şiir bağlamında’ açıklamaya çalıştım; bu üç temel özellik etrafında sehl-i mümteni niteliğine sahip olan eserlerin keşfedilebileceğini/tanınabileceğini düşünüyorum.

Feyyaz Kandemir

Kaynakça

Aşık Çelebi (2018), Meşâ’irü’ş-Şu’arâ, haz: Filiz Kılıç: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr
Fatin Davud (2017), Hâtimetü’l-Eş’ar, haz: Ömer Çiftçi: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr
İlhan Ayverdi (2005), Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İst.
İsa Kocakaplan (2014), Açıklamalı Edebî Sanatlar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İst.
Mirza-zade Mehmed Salim Efendi (2018), Tezkiretü’ş-Şuarâ, haz: Adnan İnce: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr
Mine Mengi (2010), Divan Şiiri Yazıları, Akçağ Yayınları, Ank.
Muallim Naci (1996), Islahat-ı Edebiyye, Risale Yayınları, İst.
Turan Karataş (2011), Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Sütun Yayınları, İst.
* Dil-mekân münasebeti: İnsanın bir dile doğduğunu kabul edecek olursak, Türkçe bizim bu dünyadaki asıl mekânımızdır. Burada mekân, vatana karşılık gelir. Nitekim Necip Fazıl “Dilden daha büyük, dilden daha aziz, dilden daha gerçek, dilden daha müdafaalı vatan tanımıyorum” derken, İsmet Özel de benzer şekilde “İnsanın gerçek vatanı lisanıdır. Ben bu vatandan hiç vazgeçmedim, bu vatana sıkı sıkıya sarıldım” der.

(Budak Dergisi, 1. sayı)

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Emine verim , 17/10/2019

    Sehli mümteni sözcüğünü el sanatlarınada kullanılabilirmi örneğin oksdar basit bir fırça darbesi ile resmettiği naifliğe erişmek zor

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir