“Sana Karınca Görünüyorum ama Bir Gün Aslan Olacağım”

Türkiye’de tarih denildiğinde olayların genellikle kronolojik sıralamayla aktarıldığı bir dizi siyasi ve kültürel anlatı anlaşılır. Oysa tarihin uzun soluklu hikâyesi bundan çok daha derindir. Ancak bu derinliğe, Türkiye’de bir türlü istenilen seviyede inilemiyor. Nihayetinde tarihin bu derin ve kritik boyutunun anlaşılması için tarih felsefesine ihtiyaç duyuyoruz. Buna göre milli eğitim kademeleri ve akademi kürsülerinde tarih felsefesinin niçin istenmediği ve revaç bulacağı dönemlerde köklerinin neden sökülüp atıldığı soruları kafa karıştırıyor. Çünkü dünya tarihi yazımında bin yılı aşkın bir değere sahip olan Türk milletinin, tarih denildiğinde yalnızca Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleriyle sınırlı bir perspektife sahip olması akıl alır gibi değil.

Açıkçası, bu problemin birçok boyutu bulunmakla birlikte, tarih felsefesi üzerine konuşabilmek için sağlam bir felsefi altyapıya; felsefe yapabilmek için ise derin bir tarih bilgisine sahip olmanın gerekliliği yadsınamaz. Türkiye’de tarih felsefesinin kendine güçlü bir zemin bulamamasının temel nedeni de tam olarak bu eksikliktir. Ne köklü bir felsefe geleneği inşa edebildik ne de bu geleneğin eksikliğinden dolayı, dışa bağımlı entelektüel merkezlerden bağımsız kalabildik. Durum böyle olunca içinde bulunduğumuz ironik vaziyetin kendiliğinden ortaya çıkmadığı aşikâr oluyor.

Dış dünyada üretilen düşünceleri içerdeki sorunlarımıza uyarlayarak şekillendirdiğimiz bir düşünsel atmosferde yaşıyoruz. Kendi rengimizi veremediğimiz bir felsefi derinliğin bulunmadığı bu zeminde tarih felsefesi üzerine konuşmak ise yalnızca bir temenniden ibaret kalıyor. Öte yandan bu meselenin çok güçlü siyasi yönü de var. Ancak toplumun tarihle ilişkisinde doğrudan o noktaya işaret etmenin suyu çıkmış durumda. Bu sebeple, sorunun kaynağını ve çözümünü felsefede aramak daha tutarlı gibi gözükse de politikadan bağımsız düşünmemek gerekir.

Örneğin, “Türkiye’de bir zamanlar felsefe var mıydı?” sorusunu sorarak tarihsel bir olguya dikkat çekerek akıl yürütebiliriz. Türkiye’de felsefi geleneğin olduğunu söylersek ister istemez Türkiye’nin modern dünyanın şekillenmesinden önceki durumuna bakmak zorunda kalırız. Çünkü üzerinde yaşadığımız topraklar, İslam düşüncesinin en güçlü şekilde temsil edildiği dönemleri yaşamıştır. Bu dönemin en somut örneklerinden biri, Müslümanların bu topraklarda geliştirdiği tarih felsefesi birikimidir. Bu birikimlere yakından baktığımızda, köklü bir felsefi geleneğin var olduğu, bu felsefi altyapı üzerinden çeşitli düşünce yollarının şekillendiği ve merkezi düşünsel yapının sürekli beslendiği net bir biçimde görülebiliyor. Ancak, tarih felsefesinin Türkiye’de kök salmasından rahatsız olanlar, bu süreci sekteye uğratmak adına, bu birikimin varlığını büyük bir ustalıkla gizlemişlerdir. Bunun neticesinde, düşünce dünyamızda kendi felsefi geleneğimiz yerine tarihin 18. ve 19. yüzyılda Batı’da başladığı ve tarih felsefesinin yalnızca Avrupa menşeli bir düşünce ürünü olduğu şeklindeki önyargılar kök salmıştır.

16. yüzyılda Avrupa’ya taşınan büyük maddi gücün ardında yatan sömürü ve katliamların sadece iktisadi ve askeri olarak değil psikolojik ve felsefi olarak da meşrulaştırılması gerekiyordu. Din aracılığıyla “iman götürme” ve “ehlileştirme” gibi kavramlar, bu talanların psikolojik boyutunu bir şekilde örtbas ediyordu. Ancak, bu eylemleri felsefi ve bilimsel bir çerçevede aklayabilecek, meşru bir temel oluşturacak sağlam argümanlar henüz bulunmuyordu. Bu eksiklik, Avrupa’yı yeni felsefi yaklaşımlar ve bilimsel yöntemler geliştirmeye itti ve sonuç olarak modern bilimlerin icadı denilebilecek süreç başladı. Modern Avrupa’nın bilimsel yükselişi, bir yandan bu tarihsel süreçle hesaplaşılırken diğer yandan onu haklı çıkarabilecek entelektüel zemin arayışının bir sonucuydu.

Toplum olarak kapitalist sermaye sahiplerinin oyuncağı haline gelen Avrupalılar bilimsel teoriler ile ikna edilebildi. Sonuç itibariyle toplum, düşük ırkların, vahşi ve barbarların saçtığı tehlikeden korunmanın bir yolunu bulduklarını düşünerek kendilerini rahatlattı. Daha sonra bütün bu olup bitenlerin tarih sahnesinde de meşrulaştırılması gerekiyordu ki filozoflar bütün gayretlerini bu maddi birikimle doğan gücün sürdürülebilirliğini garanti altına almak için tarih düşüncesine yoğunlaşmaya başladı. Çünkü tarih her anlamda itici gücü temsil etmektedir. Bu sayede mevcut tarih felsefesi birikiminden faydalanarak ürettikleri tarih felsefeleri aracılığıyla meşruluk kazanma sürecini başlatmış oldular.

Hegel, Kant, Vico, Marx vd. filozofların ortak ilkeleri çerçevesinde yani ilerleme ve tarih yapıcılık rolleri ile Avrupa evrenselciliğinin altyapısı hazırlanmış oldu. Bugün gündelik hayatımızda karşılaştığımız Avrupai tüm unsurların çıkış noktasını Aydınlanma felsefesinde çok rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak bunu görebilmek demek tarih felsefesi ile meşgul olmak anlamına gelir. İsmet Özel, dikkatimizi tarihten daha çok tarih felsefesine çevirmeliyiz derken tam olarak bu ayrım noktalarını kasteder. Çünkü ona göre cürümleri meşrulaştırmak adına ne yapıldığı tarih bilgisiyle değil, tarih felsefesiyle bilinebilir. Aynı şekilde neyin cürüm olduğunun bilgisini de tarihin imkânlarından çok, tarih felsefesinin imkânlarıyla elde edebiliriz. Ancak bizim tarih felsefesi ile irtibatımızı sağlayacak ne felsefi ortamımız ne de tarih biliminde görmek istemediğimiz yaklaşımlarla aramıza mesafe koyacak aydınlarımız ve politik gücümüz var.

 

İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir