Tarih düşüncesi gerçeklik algımızın değiştiği her dönüm noktasında yeni anlamlar yüklenir ve katlanarak büyür. Filozoflar eliyle tarihin anlamlandırılması tarihçiler ile filozoflar arasında bitmek bilmeyen bir tartışmadır olup sonuçta bizim lehimizedir. Mesela tarihsel olayların nasıl gerçekleştiğine dair elimizde ne kadar belge ve bulgu olursa olsun o an hakkında tam anlamıyla bir tasvirde bulunamayız. Haliyle o olay hakkında işimiz tarihçinin hayal gücüne kalır. Tarihçinin belge ve bulguları birleştirmesi, anlamlandırması ve hikâye etmesiyle zihnimizde bir çerçeve oluştururuz. Ancak bu resim gerçekliğin yalnızca bir yönünü temsil eder. Tarihçinin resme dahil etmediği veya edemediği diğer gerçeklikler bizim hayal gücümüzle ilişkilidir. Örneğin İskitlerin tarihi hakkında birçok dedikodu duyarız. Ruslar, İranlılar ve Türkler İskitleri ataları olarak tanıtmak için her biri farklı delillerden yola çıkarak bunu ispatlamaya çalışır. Her ne kadar politik meseleler olsa da tarihin böyle bir yönü vardır ve tespit edilen bulguların farklı yorumları ise kafa karıştırmaktan öteye geçmez. İşte Collingwood bu noktada devreye girer.
Tarih bilgisinin tartışılan meselelerinden biri bulguların sınanması ve gerçekliğinin tespit edilebilmesidir. Tarihte okuduğumuz olayların gerçekliği, bazılarına göre kesin olarak bilinemez niteliktedir. Geçmiş hadiselerin doğası gereği bilinemez olduğunu düşünenler olduğu gibi gerçeği ortaya koyarken yeterli bulgulara sahip olmadığımız için tarihin bilinirliğine mesafeli yaklaşanlar da vardır. Düşünürler bu yüzden farklı yaklaşımlar üreterek tarihe çok yönlü pencerelerden bakmayı denemişler. Collingwood, modern dönemde Kant, Hegel ve Herder gibi tarih felsefesi konusunda adı en çok konuşulan ve düşünceleri tartışılan isimlerden biridir. Tarih felsefesi açısından en belirgin yönü ise tarihi ve felsefi yöntemleri birleştirmeyi değil uzlaştırmayı teklif etmesidir. Ona göre felsefe ile tanrıyı ve evreni, tarih ile kendimizi anlarız. İnsan için bu iki önemli bilgi alanının yöntemleri, gerçeklik için sadece birini tercih etmek zorunda olmadığımız unsurlardır.
Tarih, kayıtsız kalınamayacak bir bilgi alanıdır. Felsefe de öyle. Ancak tarih açısından böyle olmasının nedeni tarihin, insanın hafızası (insanlığın değil) olmasındandır. Tarihin insanlığın değil, insanın hafızası olduğuna dair ayrıca parantez açmamın sebebi insanlık kavramının Kant’ın tarih anlayışında tek dünya devleti (Avrupa) ve dünya vatandaşlığı (Avrupalı) ütopyasının en önemli öznesi olarak kullanılmasına işaret etmek için. Ona göre insanlar tek tek ele alınmak yerine bir bütün olarak tarihin konusudur. Bu açıdan tarihsel olarak insanlık kavramını kullanırsak oldukça problemli bir noktadan tarihe bakmış oluruz. Yine ona göre dünyada olup biten kavgalar, savaşlar ve yıkımlar ideal insana ulaşabilmenin önemli bir aracıdır. Dolayısıyla Kant, tek dünya devleti (Avrupa) ve dünya vatandaşlığı (Avrupalı) denilen Avrupa evrenselciliği rüyasının en önemli öznesi olarak insanlık kavramını tercih etti ya da icat etti diyebilirim. Bu paradigmaya göre deneme yanılma yoluyla tek tek bütün insanlar bu ideale ulaşmak için bedel ödemeliydi ve yıkımlar sorgulanmamalıydı. Kant gibi tarih düşüncesinin şekillenmesinde oldukça önemli fikirler üreten Collingwood da tarihin son tahlilde bilinemez ve ideale doğru ilerleyen yapısıyla var olduğunu düşünenlerden.
Collingwood, bizi okur olarak tarihsel hadiseler karşısında olayları kavramaktan daha çok olayların meydana getirdiği tarih düşüncesinin bizzat kendisine odaklanmamızı ister. Onun tarih felsefesinde aradığı cevaplar da tarihin ne olduğu ve ne anlama geldiği gibi sorularla ilişkilidir. Collingwood, olayların gerçekliğiyle ilgilenmez çünkü bunun tarihçinin zihnindeki tasavvurlardan ibaret olduğunu düşünür. Collingwood bu çıkmazı, felsefe ve tarih ilişkisinin teorik zeminini güçlendirmekle aşmıştır. Çünkü çoğu tarihçi ve felsefecinin yaptığı gibi iktidar mücadelesi vermemiş, iki alanın farklılıklarına dikkat çektiği kadar benzer yönlerine de ağırlık vererek bu yönüyle iki alanın kesişim noktalarından yeni bir bakış açısı üretmiştir. Tarihçinin zihnindeki tarih tasavvurlarının işlevsel hale gelmesini bu şekilde sağlamıştır. Kısaca, tarih ve felsefeyi bir anlamda uzlaştırmış, iki alanı birbirinin itici gücü olarak tanımlamış ve tarihi daha makul bir zemine çekmiştir.
Collingwood’un tarihin yazılış biçimleri ile ilgilenmesi bir anlamda tarihin yorumlanması problemine de çözüm aradığını gösterir. Çünkü tarihçinin herhangi bir hadiseyi hangi yönden ele aldığı yapıtının kapsamını belirleyeceğinden dolayı okurun da algısını o yönde biçimlendirir. Dolayısıyla tarih yapıtının ortaya koyduğu kadar dışarıda bıraktığı gerçeklikler de söz konusudur. Collingwood için felsefi yöntemlerin, tarih düşüncesine dahil edilmesi, bu farklılıkların daha sağlam bir zeminde değerlendirilmesi için olmazsa olmazdır. Onun bu husustaki en temel önerisi ise tarihçinin ele aldığı dönemde yaşananları, yaşayanlar açısından kendi muhayyilesinde canlandırmasıdır. Bir nevi kendini olayın kahramanlarının yerine koyarak düşünebilmesidir. Mesela bir tarihçi, yazdığı herhangi bir savaşın komutanı olduğunu düşünerek, dönem bilgisi çerçevesinde olayların akışını hissedebilmelidir. Böylece hayal gücü, empati yeteneği ile birleşerek tarihyazımına doğrudan etki edebilecektir. Neticede tarih doğası itibariyle objektif değil, tarihçinin hikâyesidir.
Genel anlamıyla Collingwood, tarih ile felsefe arasındaki ayrımlardan ziyade benzerliklere odaklanarak bu iki alan arasında bir iş birliği kurmuştur. Tarih felsefesini, olayların kendisinden çok, bu olayların tarih düşüncesindeki doğası üzerinden ele almıştır ve tarihçinin bu tablodaki rolüne yoğunlaşmıştır. Bu yaklaşımı sayesinde, sıkça vurgulanan geçmiş-gelecek arasındaki şimdinin anlamı meselesi daha da belirginleşmiştir.
İbrahim Orhun Kaplan