Feyza Yapıcı geceyi okudu, dilinde Rahman’ın zikri…
***
Bütün gün bir pencereden baktım dünyaya. Gökyüzünü, yeşilin her tonunu içinde barındıran ve sonsuza dek uzandığını hissettiğim ağaçları, heybeti karşısında ürktüğüm sıra dağları, tek minaresi ile göğe yükselen gül kokulu camiyi, yıldızları, ayı ve karanlığı, mutlak iradenin karşısında acze düşerek izledim ve dinledim. Gündüzün de gecenin de hikmeti ayrı idi. Doğanın görkeminde ruh ortaya çıkar, denmesinin sebebi buydu galiba. Evet, gri duvarlar arasına sıkıştırdığımız ruh, doğanın görkeminde ortaya çıkıyor, mutlak irade karşısında acziyet duyuyor, büyük bir acı ile varlığını hissettiriyordu. Gökyüzünün uçsuz bucaksızlığına, ağaçlar ile buluşuşuna büyük bir özlem ile baktım. Gökyüzüne bakmayı unutur olmuştum son zamanlarda. Belki de unutmuyordum da gökyüzünü parsellere ayıran gri binalar arasında gökyüzüne bakmak acı veriyordu.
Tabiat her zaman korkusuzca düşünmeye olanak sağlar. Öyle anlaşılıyor ki, korkusuzca düşünemememizin nedeni makineler arasında makineler gibi yaşıyor olmamızdı. Tabiat ise öyle değildi, Camus’un söyleyişi ile benliğimizdeki bir tür iç dekoru yıkıyor, sığınaktan yoksun bırakıyor ve hile yapmaya izin vermeksizin, yalnız olmanın acısını duya duya düşünmeye zorluyordu insanı. Hakikat apaçıktı. Hakikatin üzerini gölgelemeye çalışan modern insanın eli değmemişti bu dünyaya. Tabiata, Yaradan’a şükrederek, içimde tarifi imkânsız bir mutluluk duyarak bakıyordum. Fakat bir anda yüreğimin büyük bir acı ile kaplandığını hissettim. Ve bir anda bu pencerede, tüm dünya ile karşı karşıya olduğumu gördüm. Güneş dünyayı aydınlatmaya başlamış, dünya gecenin örtüsünden kurtulmuştu, gün ışığı tabiatı aydınlattığı gibi, insanlığın çöküşünü de apaçık etmişti sanki. Pencereden baktığımda gördüğüm sadece ağaçlar, kuşlar, dağlar… yani tabiat değildi. Salt onların görüntüleri değildi. Yaradan’ın bahşettiği bu güzelliklere rağmen insanların ahvalinden acı haberler geliyor, insanlığın can çekişi tabiatta yankılanıyordu sanki. Pencereden tüm dünya ile karşı karşıya gelmenin meydana getirdiği duygu Tarkovski’nin nostaljisi idi. “Nostalghia” filmini anlatırken nostalji duygusunu şöyle tanımlıyordu Tarkovski: “Nostalji bütün bir duygudur. Diğer bir deyişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır.” Güçsüzdüm, ruhum acı çekiyordu, tüm dünya gibi ben de kaybolmuştum. Tıpkı Camus’un “Yataktan kalkış, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Ancak bir gün “niçin” yükselir ve her şey şaşkınlık kokan bir bıkkınlık içinden başlar.” şeklinde ifade ettiği düzen içinde acı ile kıvranıyordum yıldan yıla artan korkunç, sistemli bir aptallaşmanın içinde idik. Dolayısı ile belki de insanoğlunun hakikate en uzak olduğu dönemde idik. “Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız.” diyordu Sokrat. Biz ise hayat denilen bu sistemli aptallaşmanın içinde kaybolmuş, hakikatten epey uzak düşmüştük. Nevrotik hisler, güvensizlik, yalıtılmışlık duygularının sanal bir şekilde “üstünün örtülmesi”, hatta bunlara özgürlük ve kurtarıcılık gözüyle bakılması, gerçek özü engellemiş olmasından kaynaklanan eksikliği bastırabilmek için yaşanan tüketim ve açgözlülük, nesnel başarılar ardında koşmak, seküler hazlar… Yani “sahip olmak” ya da “olmak” ikileminde “olmak”tan epey uzaklaşan beşer “insan” olmaktan uzaklaşıyordu. Bir başkaldırı gerekti. Nostalgia’daki şu dizeler gibi…
“Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
Okul duvarları, asfalt ve refah reklâmlarının
Uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere…
Böceklerin vızıltıları girmeli.”
Zira kalplerin yollarındaki gölgeler ancak “sahip olmak” değil “olmak” a doğru gittiği zaman kalkacaktı.
Güneş yerini aya ve yıldızlara bırakmıştı, akşam oluyordu. Fakat mutlak irade karşısında acziyeti hissedip, “olmak”ın anlamını çok daha iyi kavradığım pencereden ayrılmayıp bu kez geceyi dinlemem gerektiğini hissettim. Zira gecenin gündüzden daha başka, sükûnu ile huşu veren bir sırrı vardı. Geceyi pencereden izlerken aklımda; “Allah, kendisinde sükûn bulmanız için geceyi, aydınlık olarak da gündüzü sizin için var etti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı (sınırsız) bir fazl sahibidir. Ancak insanların çoğu şükretmiyorlar.” (Mümin,61) ayeti… Güneş çekildiğinde, bembeyaz gökyüzü kaybolduğunda, her tondan yeşil ile harmanlanmış ağaçlar karanlığın örtüsü altına girdiğinde, bambaşka güzellikler tüm çıplaklığı ile karşımda idi. Bu sefer geceyi konuşmak lazımdı, geceyi, karanlığı, karanlık içindeki aydınlığı anlamak gerekiyordu. Gece her şeyi yutuyor, öldürüyor muydu, yoksa onları huşu içinde saklıyor muydu, diye sordum kendime. Gündüz güzeldi fakat gecenin başka, bambaşka bir büyüsü vardı. Gece bana kendini hayattan kurtarmayı hatırlatıyordu, hayattan kurtulmak ise hakikate yaklaşmayı ve ölümü. Gecede kuşların, ağaçların, yıldızların, ayın her şeyin huşu içinde oluşu, zahiri tüm varlıkların gecede kayboluşu vardı. Maddi hayat yok edilmeli düşüncesinin simgesi idi gece.
Gece zahirin kaybolmasıydı, işte bu sebeple ölüme benziyordu, fakat hangi ölüme? Hayatın karşıtı olarak, yok olmak ile özdeşleştiren düşüncenin kabul ettiği biçimde değil. Bambaşka bir yaşam olarak ölüme benziyordu gece. İnsanın çıkmazlarını apaçıklığı ile gözümün önüne getiren gündüze karşı gece bir çözüm sunuyordu bana. “Ancak her kim ölmek isterse her kim bu yaşamda şu andan başlayarak çoktan ölmüş olursa, yaşamdan haz duyar, onu tanır!” diyen Papini gibi.
Modern insanın en büyük çıkmazlarından biri idi ölüm. Varlığın ve yokluğun ne demek olduğunu kavrayamayan, birbirine karıştıran modern insanın karşısında çaresiz kaldığı bir vaka idi. “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” (Bakara suresi, 156. ayet) ayetini anlayamayan/kavramayan modern insanın çaresizlik içinde kıvranışı ile kaplıydı dünya. Beynin dolaşım dizgesinin bir anda paramparça olması ile yok olacağı korkusu vardı insanların kalbinde. Yaşamak(!) varlıkla ölüm yoklukla özdeşleştirilmişti. Oysa gece, zahirin mutlak iradede kayboluşunu büyüleyici bir güzellikle sergiliyor, hakikati aydınlatıyordu. Hakikat, maddi hayattan kurtulmaktı. Kierkegaard haklı idi: Ölüm aslında hayattı. Vücudun hayatından kaynaklanan her türlü belaya esir oluşun ölümü ile hayatın değil, ölümün sonuna gelinmekteydi.
O gün, Yaradan’ın mutlak iradesinin karşısında acze düşerek gündüzü ve geceyi bir penceren izledim/dinledim. Aslında gündüz de gece de hakikati arayanların yardımına koşuyordu. Gündüz aydınlığı ile modern insanın nevrotik hislerini apaçık bir şekilde gözlerimin önüne serdi. Gece ise hem huzur hem de ürperti veren karanlığının esintisi ile bana zahirin mutlakta kayboluşunu anlattı.
Feyza Yapıcı