Bir kişinin anlaşılmasını istemiyorsanız, onu mübalağalı bir şekilde övebilir veya ölçüsüzce yerebilirsiniz. İkisi de aynı kapıya çıkar: Mevzubahis kişinin önüne büyük bir perde çekmiş olursunuz. Böylece insanlar o kişiyle sağlıklı bir irtibat kurmakta çektiğiniz perdeye takılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Belki de bunun muadilini şimdi kendi tarihimizde, aslında kendi tarihimizin bir kesitine yani Osmanlı Devleti’ne yapıyoruz.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında saltanatın kaldırılması, akabinde hilafetin ilgasıyla beraber Osmanlı dönemine dair ne varsa hemen tamamı tasfiyeye başlandı. Ayırt edilip üzerine düşünülmeksizin birçok şey de kötülenmeye, reddedilmeye, unutturulmaya çalışıldı. Yeni kurulan bir rejimin temellerini oturtmak için yapıldığı öne sürülüp bütün bu işleri hoş göstermeye çalışanlar olsa da bu hakikati aksettirmiyordu. Görünen manzara, Cumhuriyet’in bir fazilet olduğunu düşünenlerin monarşi, saltanat ve hanedan düşmanlığından daha fazlaydı. Çünkü sadece Osmanlı hanedanı yurt dışına sürgüne gönderilip saltanatın işaret, iz ve alametlerini ortadan kaldırmaktan ibaret değildi. Hilafet, medrese, tekke ve zaviye, Türk müziği, Kur’an harfleri ve daha birçok müesseseye büyük bir düşmanlık besleniyordu. Bir milletin hayatını sürdürdüğü zemin, nefes alıp verdiği atmosfer çekilip alınıyordu. Bütün bunlar yapılırken de her şey Osmanlı ile ilişkilendiriliyor ve Osmanlı’ya saldırılıyordu.
Görünürde bir yanılgı gibi görülebilecek bu durum, gerçekte büyük bir intikamın perdelenmesiydi. Yerginin, hakaretin yöneldiği şey bir devlet, Osmanlı hanedanı değildi aslında. 1940’lı yıllarda, Türkiye’deki merkezî yerlerde, çarşıda pazarda bir Hıristiyan veya Yahudi rahatça gezip dolaşabilecek durumdayken vatanında paryalaştırılmış bir Türk’ün çarşafı veya şalvarı jandarma süngüsüyle paramparça ediliyordu. Sanki Yahudi ve Hıristiyanlar 1839’dan evvel Türkiye’de geçerli olan kuralların intikamını alıyordu. Çünkü 1839’dan önce gayrımüslimlerin mahkemede şahitlikleri müslümanlarla eşit değildi. Müslümanların giydiği kıyafetleri giymeleri yasaktı. Silahlanmalarına ve savaş için at beslemelerine izin verilmiyordu. Müslümanların evinden daha yüksek ev inşa edemiyorlardı. Yolda yürürken müslümanlara yol vermek zorundaydılar.
Osmanlı Devleti’ne, onun kaim olduğu döneme dair her şey bir düşmanlığın ve nefretin nesnesi oluveriyordu. Kemal Tahir, kendi tarihine yerli bir gözle bakma çabasının ürünü olan “Devlet Ana” romanını neşrettiğinde büyük bir linç kampanyasıyla karşılanmıştı. Kendisi gibi Marksist olanlar, Osmanlı’ya bakışını beğenmeyip onu dışlamış, hatta Mete Tunçay bu romanın toplatılıp yakılması gerektiğini savunmuştu. Bu düşmanlık ve nefret, tenkitte gidilen ifrat; bugünlere dek uzanan bir tefritin doğmasına neden oldu. 600 yıllık Osmanlı Devleti, Osmanlı hanedanı ölçüsüzce övülmeye başlandı. Sanki bu devir bir asr-ı saadet örneğiymiş gibi Osmanlı devrinde yaşananlar örnek ve ölçü olarak sunulmaya başlandı. Neredeyse bütün iyilik ve faziletler Osmanlı’ya atfedilmeye başlandı. Bu da birçok yanlış anlamayı, abartılı yorumları ve yanlış bilgilere dayanan hamaseti doğurdu.
Osmanlı övgülerinin toplandığı noktalardan biri de kıyas etmek üzere onu Avrupa’nın karşısına oturtmaktır. “Avrupa şöyleyken Osmanlı böyle üstündü.” türünden sözlerle hepimiz bir yerlerde karşılaşmıştır. Fakat aynı mukayeseci zihin, demokrasiyi bir faziletmiş gibi sunup Osmanlı’nın gerçekte ne kadar demokrat olduğundan da dem vurabiliyor. Hem kendini Batı’dan kıymetli sayıp hem de Batı’nın kıymet ölçüleriyle değerini ortaya koymaya çalışmak gibi bir çarpıklık içine düşüyor. Öte yandan da Osmanlı tarihinin unsurlarından sadece Batı ile karşı karşıya gelinen noktaları çekip çıkararak Osmanlı tarihini bir bütün olarak anlamak imkânına zarar veriyor.
Osmanlı devrinde yaşananları menkıbeleştirmek yoluyla, devletin 600 yıllık ayakta kalışı anlatılan menkıbelerdeki faziletlere dayandırılıyor. Fakat esas dikkat çekilen, vurgulanan ise devletin ne kadar uzun ömürlü olduğu, ne kadar ihtişamlı olduğu ve cihana hâkim olduğu yönündeki bilgiler oluyor. Böylece ahlak ve faziletler, cihan hâkimiyeti ve ihtişama ulaşmanın aracı olarak takdim edilmiş oluyor. Farkında olmadan, önemli olanın kudret ve ihtişam olduğu, fazilet ve ahlakın buna ulaşmak için bir araç olduğu söylenmiş oluyor. Bu da Osmanlı Devleti’nin gerçekte nasıl bir maceradan geçtiğini perdeleyen bir tavır oluyor. Bu kolaycılıkla beraber kütüphanelerdeki binlerce cilt kadı sicilleri, arşivlerdeki milyonlarca belge vs. bir kenarda Osmanlı muammasını katmerlendiriyor.
Osmanlı Devleti’nin faaliyetleri, bugün hâlâ tesirini sürdürüyor. Üç kıtaya yayılmış büyük bir imparatorluk coğrafyasına altı asır idare etmenin beklendik bir sonucu bu. Fakat bizler, övgü ve yergi arasında ne Osmanlı’nın gerçek bir portresini çıkarabiliyor ne de Osmanlı Devleti’nin bugüne tesirlerini okuyabiliyoruz. Osmanlı tarihi aktüel politikanın, gündelik tartışmaların ve bayağılığın tasallutu altında yağmalanırken, okuryazarlarımızın zihinleri ve sohbetleri de popüler tarih kitapları ve dizilerle doldurulmuş oluyor.
Mücahit Emin Türk
Kaynak: Mostar Dergisi, Ekim 2015, sayı: 128
2 Yorum