Türkiye Cumhuriyeti’nin övündüğü vasıflarının da yerindiği noksanlarının Osmanlı mirasına konmaktan doğduğunu anladığı kadar “bilinç” kazanmış bir ülke olacağını kabul edelim. Bir basamak daha yukarı çıkalım ve bu kabulün bizi “Osmanlıcılık” tezine bağımlı kılmayacağını, hapsetmeyeceğini görelim. Osmanlı mirasına konduğumuzu fark etmekle bize düşen iş Osmanlı Devletinin ihyası için kolları sıvamak olmasa gerek. Yeni kazandığımız bilincin bir yol çizmede nasıl kolaylıklar sağlayacağını bilmemiz, geçmişten arta kalan bilincin önümüze hangi engeller koyduğunu bilmemize koşuttur.
Bu bakımdan Osmanlı mirasının iki katmana ayırarak ele alınmasının yarar getireceğini umuyorum. Birinci katmanda Osmanlı devletinin münhasıran varlığını korumak ve idame ettirmek için uygulamaya koyduğu tercihler var. Osmanlı mirası ana hatları itibariyle bu tercihlerden oluşuyor. İkinci katmanın oluştuğu alan ise devlet tercihlerinin toplum hayatına yansıdığı alandır. Yani milletin kendi elleriyle ve kendisi için yoğurduğu unsurlardan oluşan (ve devlete rağmen devleti gözeten, savunan, hatta koruyan) bir Osmanlı mirası da vardır. Kendi payıma ben bu mirasın ikinci katmanını incelemeye öncelik verilmesinden yanayım. Hem daha el değilmemiş bir tetkik alanı olduğu için, hem de Türkiye için çıkış yolunun buradan geçtiğine inandığım için.
Türkiye’de hem devlete hem millete ilişkin Osmanlı mirası o derecede canlıdır ki, bazı siyasi tercihlerin “tipik Osmanlı” olduğunun açığa çıkması istenilmediği için görmezlikten gelinir. Sözgelimi Osmanlı Devleti münhasıran varlığını koruma refleksiyle hareket ederek bilhassa klasik çağında yönetimi Grek ve Arap unsurlardan uzak tutmaya çalışmıştır. Nedense biri Bizans, diğeri Emevi ve Abbasi tecrübesine sahip bu iki unsurun belli ipleri elinde bulundurması tekin sayılmamış. Devşirme çocukların Greklerin yoğunlukla yaşadığı bölgeler dışından seçildiği söylenebilir. Bir iddia Grek bölgelerinde toplu ihtida taleplerine cevap verilmediği yolundadır. Öte yandan Arap asıllı olmanın Bektaşi olmaya bir engel teşkil etmesi de dikkate değer. Demek ki Bektaşi Yeniçeriler arasında hiç Arap yoktu. Hristiyan Arap çocukları devrişilmemişti. Araplar tekke aracılığıyla “sivil” kimlikle dahi olsa orduya yanaşamıyorlardı.
Osmanlı Devleti ortadan kalktıktan sonra bile devletin Greklere ve Araplara Osmanlı tepkisi göstermeye bu derece hazır oluşu belki tevarüs edilen bilinçle daha kolay açıklanabilir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti yönetim üslubunda Greklere ve Araplara karşı Osmanlı’dan kalma özel bir tavır varsa buna “bilinç” adı verilip verilmeyeceğini tartışabiliriz. Ayrıca bu butlana uğramış gerekçelerin doğurduğu tutum dolayısıyla Türkiye dışındaki siyasi güç odaklarından hangilerinin karlı çıktığı üzerinde düşünülmeye değer.
İsmet Özel / 04.02.1996 / Yeni Şafak Gazetesi