Nizam ve İdrak

Rousseau uygar toplumun kuruluşunu “özel mülkiyet”in doğuşuna kadar götürür ve şöyle der: “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.” Rousseau’nun bu iddiası salt “uygar toplum”un ya da “özel mülkiyet”in doğuşu bağlamında değil; fakat başka bir konu ile alakalı olarak da ilgimizi çekecektir. İnsanın toprak parçasını çitle çevirip kendi bahçesi haline getirişi, onun “zihin serüveni” ile alakalı değerlendirmeler yapabilmemize olanak sağlar mı acaba? Mesela şunu sorabilir miyiz: İnsan toprak parçasının etrafını çitle çevirmek ile aslında zihnini mi bir düzene kavuşturmak istemektedir?

“İlkel” insandan “medeni” insana kadarki serüvene göz atacak olursak; insanın dünyaya bir “düzen” vermek istediğini görürüz. İnsan; taşı, toprağı, suyu, bitkiyi, hayvanı yani her şeyi kendi için en “elverişli” hale getirmek ister. Zira insan aklı “kaos”tan hoşlanmaz. Akıl “düzen”i sever, düzenli olan demekse; onun belirli sistematik içerisinde anlamlandırabileceği hâl demektir.  Ahmet Arvasi “İnsan ve İnsan Ötesi” isimli eserinde insanın evvela kendi zihnini kaostan kurtarmaya çalıştığını; bu sebeple cebir, geometri gibi aklı tazmin eden ilimlerin ilk doğan ilimler olduğunu söyler. Zihnini düzene sokan insan daha sonrasında ise tabiatı ve içinde bulunduğu sosyeteyi kaostan kurtarmaya çalışır. Bunlardan daha sonra ise objelerin kendi dünyasına ilişkin ilimler olan biyoloji, fizik, kimya gibi ilimler doğmuştur. Arvasi’nin bu değerlendirmeleri ışığında ilimlerin doğuşu, aklın “dünya”yı anlamlandırma ve dolayısı ile nizama sokma serüveninin bir veçhesidir diyebiliriz. Dolayısı ile akıl, insan zihnini “kaos”tan kurtarır; onu sistematize eder. Örneğin; insan vücudu milyonlarca hücrenin bir araya gelişi ile oluşur. Bu başlangıçta insan zihnine müthiş bir kaos gibi gelir. “Akıl” bu karmaşaya kayıtsız kalamaz. O bu durumun kaos değil bilakis içerisinde bir düzen içerdiği, bunun ise araştırılıp, bulunabileceğini, ispatlanabileceğini söyler. Hücrenin dokuyu; dokunun organı; organların da belli bir nizam içerisinde vücudu oluşturduğunu açıklar, ispat eder ve bundan hoşnut olur. Zira zihindeki karmaşaya bir son vermiştir. Yine mesela; gece gökyüzüne bakan insanoğlu; parıldayan binlerce nokta görmüş ve bu harikulade cisimler nedir diye kendi kendine sormuştur. Devasa bir karmaşa vardır ortada. Akabinde ise astronomi ilimi ile bunlara isimler vermiş, gruplara ayırmıştır. Yani onları zihninde bir “nizam”a sokmuştur. Bu örnekler elbette mühimdir, zira insan zihni berraklaşması, “idrak” kabiliyetini de güçlendirir/güçlendirmelidir. Fakat, ya aklın zihni kaostan kurtarışı; insanı, aklın kurduğu bu düzen ile “yetinme” tehlikesi ile karşı karşıya bırakır ise?  Arvasi, idrakin “ebediyete, hürriyete, birliğe ve mutlaklığa özlem ve hayranlığı” olduğunu söyler. Aklın ise; hem kaostan hem de hürriyetten korktuğunu söyler. Buna şaşırmamak gerekir; zira akıl “elle tutulan, gözle görülen” deterministik bir düzen kurar kendine. Aklı “tek başına” bıraktığımızda bu düzene esir olur ve dolayısı ile hürriyetten korkar. Çünkü tek başına kalan akıl insanın “idrak”ini köreltir. “Kör aklın esiri” eder insanı. Bu minvalde Turan Koç’un şu değerlendirmeleri üzerinden gidebiliriz. “İslam medeniyeti dediğimiz, İslam sanatları dediğimiz gerçekleşişler, oluşumlar ve bugün eser diye ziyaret ettiğimiz veya sevdiğimiz, göz kamaştırıcı eserlerin tamamı aslında eninde sonunda bir kitaba atıfta bulunan anlayışın o günkü dönem o günkü zaman içerisindeki irade idrak üzerinden dışa vurumlarıdır. Yani Süleymaniye Camii’ni yapan irade, orada çalışan ustanın eli, o ustanın idraki, kavrayışı ile Kur’an arasında her şeyden önce doğrudan bir ilişki var.” Turan Koç, İslam Medeniyetinde taşa, toprağa nizama verirken, bu nizam verişin salt taşları öyle ya da böyle bir sıraya dizmek demek olmadığını fakat bu nizamın “o camiyi yapan iradenin, orada çalışan ustanın elinin, o ustanın idrakinin, kavrayışının Kur’an ile doğrudan ilişki” içerisinde olduğunu söylüyor. Bu önemlidir. Zira günümüz gökdelenleri de -nihayetinde- maddenin nizama sokulması hadisesidir. İşte, İslam medeniyeti nizamı ile gökdelen nizamı arasındaki fark, İslam medeniyeti nizamının aklın esaretini kıran, insanı hürriyete götürecek olana göre bu nizamı oluşturuşudur. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İçerisinde yaşadığımız nizam ne ise biz de oyuz. Dolayısı ile içinde yaşadığımız ortamın nizamı, insanın “idrak”ini köreltici salt akli bir nizam ise; bizler de “idrak”ini kaybetmiş zihinlere sahip oluyoruz. Yani yaşadığımız yere benziyoruz. Tam da bu sebeple, İslam toplumu, İslam estetiğinin hüküm sürdüğü şehirlerden ayrı tasavvur edilemez. Çünkü İslam estetiği de Müslümanın kalbini ve aklını yani “idrak”ini besler. Aklını besler ki akıl “kör” kalmasın. Zira “kör” olan akıl, insanın “idrak”ini köreltecektir.

Yaşadığımız yüzyıl; insanın idrakini körelten bir yüzyıl. Evet, bunu rahatlıkla iddia edebiliriz. İdrak ile nizam arasındaki ilişkiden dolayı ise; şehirlerdeki, evlerdeki yani insanın yaşadığı “yer”deki nizam idrakin köreltilişinde başat rol oynuyor. Yani -yukarıda da söylediğimiz gibi- insan çevresine “nasıl” bir düzen veriyorsa zihni öyle şekilleniyor. İki şehir hayal edelim. Bu iki şehri kuş bakışı yukarıdan izliyor olalım. İlk şehir Müslüman şehri olsun, diğeri ise bir Batılı şehri. Bu iki şehri kuşbakışı izlerken; bu iki şehir arasında tezatlık derecesinde bir zıtlık görmüyorsak burada bir problem vardır. Zira Müslümanın şehrine verdiği nizam ile bir Batılının ki aynı olamaz. Müslümanın nizamı onun “idrak” kabiliyetini güçlendirecek, kendini daha çok “bilecek” bir mahiyettedir/öyle olmalıdır. Tam da Turan Koç’un Süleymaniye Camii örneğinde olduğu gibi. Salt camii değil yaşanılan evin dış mimarisinden içine kadar olan tüm “nizamı” dahi, nihayetinde “Kitab” ile ilişki içinde olmalıdır. Olmalıdır ki “akıl” o nizamı kurar iken “kör”elmeye yüz tutmasın, kendi gelişirken “idrak”i kabiliyetini de geliştirsin. Örneğin bir gökdelen tam da bu sebeplerle İslam medeniyetinde kendine yer bulamaz. Zira o, bizatihi kendi varlığını kör aklın esiri olmuş bir zihniyete borçludur.

İnsanın kurduğu nizam; onun “idrak”inin sınırlarını da çizer. Canetti’nin “Körleşme” adlı romanının kahramanı Kien şöyle düşünür: “Esse percipi, yani varolmak, algılanmak demekti; algılanmayan bir nesnenin varlığından söz edebilme imkânı yoktur.” Kien’in bu düşüncesi tipik Batılı akla göre şekillenmiş “nizam”ın da yansımasıdır aslında. Bu akıl, nesneleri akla yatkın olabilecek her şekilde düzenleyebilir. Fakat mutlak olana özlem duyan “idrak”i, “varolmak algılanmaktır” buyruğu ile kendine “esir” eder. İslam medeniyetinin nizamı ile Batının nizamı arasındaki en büyük fark tam da budur işte. Batının nizamı “varolmak algılanmaktır” buyruğunu verirken, İslam medeniyeti nizamı, bu nizam ile “mutlak” olana atıf yapar. Onun medeniyetinde yaşayan insanlar şehrin nizamından, insanların giyinişinin nizamına kadar her şey de bu atfı görür. Bu nizamın “idrak”i besleyişi tam da bu sebeptendir.

Feyza Yapıcı

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir