Feyza Yapıcı, yine zihinlerimizi açıcı bir yazısıyla Edebifikir’de.
***
Sormak var olmaktır aslında. Bir yönüyle fanilikle yüzleşerek çile çekmektir, bir başka yönüyle çile ve acı çekerken kendine gelmek, farkındalığın sırrına ermektir. Bir eşiktir sormak, atlanması gereken bir eşik. Bu eşikten geçmeden kavrama düzeyine ulaşmamız mümkün değildir.
Kuşkusuz insan var olduğundan bu yana “soru”lar da daima var olmuştur. Bu anlamda sorunun tarihi ile insanlığın tarihi birleştirilebilir. Hatta Kur’an-ı Kerim’den hareket edecek olursak daha Hz. Âdem yaratılmadan evvel meleklerin sorusu ile karşılaşmaktayız.
“Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. Melekler: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz’ dediler. Allah: ‘Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi” (Bakara, 30).
Bu ayette insanı dehşete düşüren bir soru ile karşı karşıyayız. “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” İnsanın (Âdem) niçin yaratılacağını bilmeyen melekler anlamak için Allah’a soru soruyorlar. Bir başka soru elest bezminde karşımıza çıkıyor.
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler” (A’raf, 172).
Bu ayeti her işittiğimde nedense iki çağrışım akar beynimde. Birincisi: Hz. Peygamber’in “Her doğan fıtrat üzere doğar, sonra ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan yahut Mecusi yapar” mealindeki fıtrat hadisi, ikincisi ise Jung’un psikolojisinin nev-i şahsına münhasır kavramlarından “kolektif bilinç” ve “arketip” kavramlarıdır. Söz konusu bu iki çağrışım birleşerek bir senteze ulaşır zihnimde: İnanma ve bağlanma insanın kolektif genetiğine işlenmiştir. Bugün bir başka çıkarım daha yapmak istiyorum. Tüm bu hadiseler soru(lar) üstüne vuku bulmaktadır.
Ancak asıl mesele hâlâ müphemliğini korumaktadır. Sorular muhtelif cevaplar üreterek varlığı anlamlandırmada hayati değere sahiptir. Ancak sorunun nasıl sorulduğu, alınacak cevapları etkiler. Dahası soru ve cevap şekilleri hem Doğu ile Batı’nın dünya görüşleri arasındaki farklılığı, hem de geleneksellikle modernliğin en temel çatışma alanını fark etmemizi sağlar.
İnsan merak eden, hayret eden, anlamak isteyen, anladıkça öz saygısı artan ve dış dünyayı kontrol etmek isteyen bir varlıktır. Sorular bu anlamda önemlidir. Her soru yeni bir açılımdır bazen içe, bazen dışa doğru.
“Nasıl” ve “Niçin” insanın sorduğu onlarca soru edatından yalnızca ikisi. Zaman zaman da günlük yaşantıda kullanılan iki basit, küçük soru cümleciği; meramımızı anlatmak veya merakımızı gidermek için kullanılan “Nasıl” ve “Niçin” üzerinde düşünmek, tartışmak ilk bakışta anlamsız gelebilir. Fakat bu iki küçük soru cümleciği, tüm insanlığın düşünce dünyasını etkileyen bir yapı ve işleve sahip. Dolayısı ile üzerinde epey düşünmeyi de hak eden cümlecikler bunlar. “Bir vaka nasıl olmuştur?” ile “Bir vaka niçin olmuştur?” sorularına verilecek cevaplar bizleri apayrı yollara ve dünyalara götürür.
“Nasıl?” sorusunun cevabı insanın beş duyu organının elverdiği kadar yapacağı bir incelemede gizlidir. Bu anlamda nesnellik ve nedensellik mitiyle mualleldir. “Niçin?” sorusunun cevabı ise çok daha farklıdır. “Niçin” sorusu, insanın duyu organlarının elverişliliği ile alâkalı değildir, cevabını orada bulmamız pek mümkün değildir.
“Niçin” ve “Nasıl”: İki farklı dünya. Biri Doğunun sorusudur, diğeri Batının. Biri Batının doğayı temellük ederek emperyal bir medeniyet kurmasının anahtarıdır. Öze dokunmaz, kabukla uğraşır. Mesela “niçin”de yürek; duyguların asıl yeri, varolduğu yer iken, “nasıl”da yürek; bazı sinir düğümlerinin denetlendiği özel bir kas türüdür. Zira “nasıl”, “âlem ve insan niçin vardır?” sorusuna odaklanmaz. Bilakis “nasıl var olmuştur?” “Ondan nasıl faydalanabiliriz?” sorularına odaklanır. Pozitivizme dayalı Batı bilimselliğinin temelidir. Açıklayıcıdır. “Niçin” sorusu daha farklı bir yerden bakar dünyaya. Hikmet ve irfan içerir. Gözlenen dünyanın ötesine, bilim ve deneyin ulaşamadığı en gizli kaynağa yönelir. Bilgelik arayışıdır. Anlayıcıdır. “İnsan niçin vardır?” ya da “Niçin yaratılmıştır?” sorusu önemlidir.
“Nasıl” sonu olan bir soru formudur aslında. Başka bir deyişle bir şeyin nasıl olduğu hususu sonlu bir durumdur. Bir vakanın nasıl gerçekleştiğini anlamak istediğimiz zaman, gözlem alanına giren bir takım eylemler dizisiyle cevap veririz. Örneğin, “su 100 derecede kaynar” cümlesini soru formuna çevirelim: “Su nasıl 100 derecede kaynar?” vereceğimiz cevap şu olacaktır: “Suyu deniz seviyesine getiririz. 100 dereceye kadar ısı vermek sureti ile kaynatırız. Tabiî burada kullanacağımız sıcaklık birimi celsius olacaktır.” Nasıl ile şekillendiği için oldukça kolay bir sorudur bu. Gerçekleştirdiğimiz fiilleri teker teker anlatarak soruya istendik cevabı verebiliriz. Kimse de itiraz etmez. Bu bağlamda şunu rahatlıkla söyleyebilir ki “nasıl” beşeri algılama sınırlarımıza uygun bir soru biçimidir. Pekiyi soruyu şöyle sorar isek ne olacaktır? “Su niçin 100 derecede kaynar?” Evet, suyu deniz seviyesi bir yere getirir ve 100 dereceye kadar ısıtırız ve su kaynar. Pekiyi su niçin 100 derecede kaynamıştır? Suyun 100 derecede kaynadığı şeklindeki doğa kuralının kaynağında ne vardır? Hangi güç bunun böyle olmasını istemiştir? İşte bu noktada nasıl sorusu temelli gelişen bilim anlayışının verimsizliği ve kısırlığı ile karşılaşmaktayız. Hâlâ bir şeylerin eksik olduğunu biliyoruz, ancak çözemiyoruz. “Niçin”e ihtiyaç duyuyoruz, ancak bu ihtiyaç kolayca karşılanacak cinsten değil. Bu sebeple metafizik ve teolojik izahlara ihtiyaç duyuyoruz.
Bilim, “nasıl?” sorusu üzerinde yükselir ve ilerler. “Bilim içinde” diyorduOruç Aruoba “yapılan açıklamalar belki bir kişinin başka bir kişiyi genel bir toplumsal çerçeve içinde kavramasını, belki de belli kalıplara indirgemesini ya da Batı insanının kendi kendine geliştirdiği ahlaksal sapkınlıklar içinde yaşamak zorunda kaldığı bunalımlarını toplumsal çerçeve içine yeniden katılarak gidermesini yeniden normal bir birey olmasını sağlıyor. Ama kişinin en derindeki güdülerini kavramasına ne ölçüde yardımcı oluyor, kişinin kendisini anlayıp kendisi olma yolunda adım atmasına yarıyor mu? Bilmiyorum.” Aruoba’nın bu alıntıda bahsettiği hususu ele alıp inceleyecek olursak yine temelde “niçin” ve “nasıl” sorularının olduğunu göreceğiz. Mesela bu anlamda Emile Durkeim’ın “İntihar”ı güzel bir örnek olabilir. İntihar’ı incelediğimizde çeşitli intihar tipleri görürüz. Durkeim intiharları “bencil intiharlar”, “elcil intiharlar”, “kuralsızlık intiharlar” gibi sistematik bir biçimde sınıflandırmıştır. Durkeim’a göre intiharın belli bir oranı vardır. O oran aşılmadığı sürece intihar hadiseleri patolojik değildir. Toplum da bu anlamda normaldir. Ancak intihar oranı çok yüksekse bu, toplumdaki anomi ve dengesizliklerin doğal bir sonucudur. Bu ufak açıklamalar dahi gösteriyor ki; intiharların nedeni ve nasıllığına bu kitapta kolayca cevaplar bulunabilir. Fakat “insanlar niçin intihar eder” İntihar ettiği halde niçin ölmez?” gibi sorular cevapsız kalmaya mahkûmdur.Dahası “kişinin kendisini anlayıp kendisi olma yolunda adım atmasına” yolgöstermesi bakımından intihar isimli eserde metafizik alan çok uzaklara ve derinlere gömülü kalmaya terk edildiği için “niçin”ler ve bunlara verilecek doyurucu cevaplar gündemde alınmamıştır, esasen pozitivist bilim anlayışının böyle bir hareket tarzını benimsemesi de beklenemez.
Yine, Sevim Cesur tarafından, 2000 yılında Marmara depremi üzerine yapılan “Depremin Nedensel Açıklamaları” isimli doktora tezi bu anlamda oldukça dikkat çekicidir. Çünkü “deprem hadisesi nasıl meydana gelir?” ile “deprem niçin olur?” sorularına birbirinden tamamen farklı cevaplar verilmektedir. Soru “nasıl” ile sorulursa bilimsel açıklamalar, “niçin” ile sorulursa metafizik ve teolojik açıklamalar ön plana çıkmaktadır.
Günümüz bilim anlayışının temellerini oluşturan ampiristler, pozitivistler ve davranışçılar sürekli “nasıl” ve “neden” ile ilgilendikleri için nesnel, sayılarla ifade edilebilen, genellenebilen ve tekrarlanabilen bir bilim tanımından yola çıkmışlardır. Metafizik ve teolojik olan konular bu kapsama girmemektedir. Ancak: “İnsan niçin vardır?”, “İnsanın var oluş gayesi nedir?”, “Hayata anlam aramak gerekir mi, gerekmez mi?”, “Niçin anlam peşinde olmak durumundayız? gibi sorular gündem dışında tutulmuştur. Bu da ruhsuz, daha iyi ifadeyle sadra şifa vermeyen bir bilim anlayışını beraberinde getirmiştir. İnsanı ve bilimi makinanın dişlileri gibi algılayan bir emperyal ve duygusuz bir bilim anlayışı.
“Niçin”i “nasıl”a boğdurmadan, nicelin nitele egemen olmasına izin vermeden sorgulayıcı ve anlayıcı bir bilim geleneğine ne kadar çok ihtiyacımız var.
İsmet Özel’in dediği gibi;
“Niçin niçin niçin
Kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin?”
Feyza Yapıcı
9 Yorum