Mehmet Niyazi’nin Gözünden Tarih ve Tarih Romanı

Türkiye’de “tarih” dediğiniz zaman okuyacağınız isimleri dikkatle seçme zorunluluğunuz olduğuna inanan birisiyim. Çünkü “tarih”in bir bilim değil, bir “şuur” ve “bilinç” alanı olduğuna inanıyorum. Mesele bilim seviyesine indirildiği zaman hadiselerin, kişilerin, kronolojilerin, sebep ve sonuçların maddeler halinde ezberlendiği ve belli bir zaman sonra unutulduğu bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Tarih, bir bilim olarak karşımıza çıktığı sürece bir nevi emperyalizm anahtarı olma anlayışıyla, bizi galip devletlerin anlattığı kendi efsanelerine inandırmaya devam edecektir. Meselenin bir de “resmî tarih” boyutu var ki, Türkiye’de en çok tartışılan konuların başında da bu konu gelmekte. Coğrafya, sosyoloji, felsefe, matematik, edebiyat gibi alanların nasıl resmîsi olmuyorsa tarih’in de resmîsi olamaz. Mehmet Niyazi’nin de belirttiği gibi “resmî tarihin olduğu yerde tarih yoktur.” 1923 itibarıyla Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilip yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve o ilk on beş yıl içinde resmî bir tarih anlayışı oturtulmaya çalışılmıştı. Bu dönemde eskinin eleştirisi yapılmış, geçmiş değerlere ait olan hemen hemen her şey yerilmiş ve kötü oldukları, yaşadığımız buhranların ve çöküşün baş sorumlusu olarak gösterilmişti. Bu nedenle de toplumun belli hadiseleri, belli bir kesimin istediği şekilde görmesi, öğrenmesi için “resmî tarih” diye bir kavram/tez üretilmişti. Aslında yapılmak istenen şey, ortada duran ve var olan hakikatlerin üstünü örtmek düşüncesinden başka bir şey değildi. En azından resmî tarih kavramının içi doldurularak toplum şekillendirilmeye çalışılmıştı.

Resmî tarih anlayışının düşünen zihinler için en önemli tarafı insan zihnini felce uğratması, bağımsız düşünceyi yok etmesi, alternatif anlatımlara bütün kapıları kapamasıdır. Bu anlayışa göre her hadisenin belli sonuçları vardır ve bu sonuçlarda resmî tarih yazıcıları tarafından tespit edilmiştir. Siz, bunun üstüne ek bir şey söyleyemezsiniz hatta bu konudaki tanımların, tespitlerin ötesine geçip eleştiride bulunamaz, yapılan bariz hataların altını çizemezsiniz. Altını çizmeye çalıştığınız her hata, sizin isminizin üstünün çizilmesi için bir sebep teşkil edebilir. O nedenle resmî tarih yazıcılığı yapan isimlerin top koşturduğu geniş, uçsuz bucaksız tarih bilimi alanına göre, hakikatin peşinden koşmaya çalışan gerçek tarihçilerin; sınırların dışına çıkıp, tarih biliminin kalıplarını kırıp tarih alanının bir bilimden çok daha fazlası olduğunu söylemek gibi zor, meşakkatli ve tehlikeli bir görevleri vardır. Bu ikinci durumun en bariz sıkıntısı meselenin “bilim” değil, bir “şuur” hali olması gerçeğini ortaya koymak oluşturur. 1930’lu yıllarda yaşanan “Güneş Dil ve Tarih Teorisi” yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu alan kavgasının en önemli görüntüsüdür. İlmi bir dayanağı olmayan, bir fanteziden öte geçmeyen ve tamamen temennilerle hareket eden bir anlayışın eseri olan bu teorinin “bir şekilde” ispat edilmesi isteği dönem içerisinde bazılarının ekmeğine yağ sürerken Mükremin Halil Yinanç gibi bazı âlimlerin büyük sıkıntılar yaşamasına neden olmuştu. Mehmet Niyazi Özdemir’in bir röportajında “Mükremin Halil Yinanç hoca, bu temeli olmayan görüşleri savunmamak için ağzındaki sağlam 16 dişini çektirmişti.” ifadesi sanırım meselenin hangi boyutlarda ele aldığını bize anlatmaya yetecektir. İlmin izzetini ve namusunu korumak için bir ilim ehli zatın katlandığı bu çile, tarih şuurunun ne derece önemli olduğunu bize bir kere daha hatırlatır.

Tarih Yazıcılığından Tarih Romanı Yazıcılığına

Resmî tarih tezleri üzerinden hareket edilen zamanları geride bırakan Türkiye, bu anlayışın insan zihninde ve ruhunda oluşturduğu darpların etkisini bertaraf etmeye fırsat bulamadan başka bir problemle karşılaştı. Yıllarca orta eğitim ve üniversitelerde kendisine, tarihine, inancına ve kültür kodlarına değmeyen, değdiği noktada da tahrip eden tarih anlayışı bugün yerini “tarih dizileri ve tarih romanları” üzerinden tarih ilmini öğrenme hastalığına bıraktı. Kurmaca metinlerle oluşturulan roman dünyasının alanına itilen tarih ilmi, bir anda bambaşka bir yüzle karşımıza çıktı. Roman ve senaryo, yapısı itibarıyla kurmaca bir dünyayı yansıtıyordu. Ancak tarih, bir temeli olan bilinç ve şuur alanıydı. Her iki alanın birbirine girmesi mümkün değildi. İki alanı barıştırmak için ya kurmaca dünyasından belli fedakârlıklar yapılacaktı ya da kurmacanın kuralları olduğu gibi muhafaza edilecek ancak tarihin, kurmaca metne zorluk çıkardığı, işi güçleştirdiği noktaları törpülenecekti. Kısacası kurmacaya müdahale etmeyen bir anlayış, tarihi kendi kafasına, kendi hayal dünyasına ve görüşlerine göre yeniden yazmaya kalktı. Roman, dizi ve sinema filmlerinin tarih kitaplarından çok daha fazla rağbet görmesi de bilgi açlığının bu alandan elde edilen bilgilerle giderilmesine neden oldu. Birisi bu kaypak zemini hazırladı, birisi de bu kaypak zemin üzerinde gerçekle, tarihî hadiselerle örtüşmeyen ama izleyenin, okuyanın ilgisini çekecek sahneler kurguladı.

Kurgu ve Gerçek Arasında

Kurgu metin üreten yazar ve senaristler, romanın gerçek değil, kurgu işi olduğunu ve hakikatle ilgisi olmadığını söyleyip eline aldığı her hangi bir tarihî malzemeyi istediği gibi eğip bükebiliyor. Kısacası Mehmet Niyazi Özdemir’in yerinde tespitiyle “romancı, tarihten ne anlıyorsa kurgusunu da ona göre ayarlıyor.” Mesela Kânûnî Sultan Süleyman’ı bir malzeme olarak gördüğünde onu alıp kurmaca dünyasına sokuyor ve gerçeğiyle ilgisi olmayan bir adamı önümüze koyuyor. İşe başlarken gerçek olan tarihî bir şahsiyet, kurgu metinden sonra gerçekle alâkası olmayan bambaşka bir şeye dönüşüyor. Burada karşılaşacağımız tehlike, yazar ve senaristlerin elinde deforme olan, gerçekliğini kaybeden tarihî hadiseler ya da kişiler, kitap ve beyazperde aracılığıyla okuyucunun, izleyicinin karşısına çıktığı zaman esas tahribatıyla ortaya çıkıyor. İşin bir kurgu olduğunu bilmeyen muhatap kitle, beyazperdeye yansıyan ya da roman sayfalarında okuduğu şeyleri gerçek sanarak hemen kabul ediyor. Bu alanda küçük bir “acaba”ya sahip olmayan okuyucunun içine düştüğü durumu varın siz düşünün.

Bu sakıncaları göz önüne aldığımız zaman yazar ve senaristlerin, en azından tarihe mâl olmuş kişilerden bahsettikleri noktada, tarihî olaylarla aynen örtüşmeleri gerekmektedir. Mehmet Niyazi haklı olarak “Tarihî roman dendiği zaman şahsen benim aklıma palavra geliyor.” demektedir. Yani yazılan çizilen şeylerin aslında hakikatle hiç alakası olmadığının altını çiziyor.

Tarih Hafızadır!

Resmî tarih tezlerinin, dizilerin, filmlerin ve romanların tarih hocalığına soyunduğu bir çağda “toplumun hafızası olan tarih şuurunu” korumanın ne kadar elzem olduğunu tekrar hatırlamaya ihtiyacımız olduğu gün gibi ortada durmaktadır. Mehmet Niyazi’nin tarih romanları ve tarih kitapları özelinden hadiselerin tekrar otopsisini yaparsak göreceğiz ki tarih, sadece bir bilim değil, onun çok ötesinde bir “şuur, bilinç alanı”dır. Tarihi, toplumun hafızası olarak gören Mehmet Niyazi “Bir insanın, bir milletin geleceğini ipotek altına almak istiyorsanız, ilk yapacağınız şey hafızasını ipotek altına almaktır. İlk defa bizim tarihimizde millî bir tarih olarak Ziya Nur Aksun ‘Osmanlı Tarihi’ yazılmıştır.” der. Kendi hafızasına sahip çıkamayan bir millet konumuna düşmemek için çareler aramak bir yana dursun bu konuda tek adım dahi atılmamıştır. Mehmet Niyazi, bizim tarihimizin en büyük kaybının da kendi millî tarihçilerimizi yetiştirememesi olduğunu anlatırken çarpıcı bir örnek verir: “Montesqui’nun İran Mektupları’na baktığınız zaman, 82. mektup şöyle başlar: ‘-Ey Usbec, dünyada bir millet var, bu millet Türklerdir. Sanki diğer milletleri Rabbü’l Âlemin bunların şanını yaysın, övsün diye yaratmıştır.’ Ondan sonra da bizden bahseder; ‘Cengiz’in İmparatorluğu’yla İskender’in imparatorluğunu karşılaştırmak için şu mümkün müdür, bu mümkün müdür? Amma, ne yazık ki bu millet destanını yazacak ta­rihçi yetiştirememiştir, en büyük eksiklikleri budur’ der. Mektup böyle biter. Bu mektup 1715 tarihinde yazılmıştır.”

Sonuç olarak resmî tarih tezleri, sinema filmleri, TV dizileri ve roman üzerinden tarih öğrenmenin yanlış bir hafızaya sahip olmakla eş değer olduğunu keşfetmemiz gerekiyor. Özellikle tarihi, roman türü üzerinden okuyacak olan insanımızın da işi ruhuna uygun yapan Mehmet Niyazi gibi güzide isimlerden hareket etmeleri, böylesi önemli ve şuurlu tarih âlimlerinden istifade etmeleri elzemdir. Kurguyla her türlü tarihî hadisenin iğdiş edildiği, bozulduğu romanlardan ziyade gerçeğin kurguya feda edilmediği, ilmin izzetinin korunduğu tarih romanlarını okuduğumuz zaman Mehmet Niyazi Özdemir’in Türkiye’de ne kadar zor ve ne kadar önemli bir iş yaptığını anlayacağız.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Ibrahim Orhun Kaplan , 10/08/2018

    Yazının başında tarih’in bir bilim olmadığını, şuur hali olduğuna inandığını vurgulayan d.bayrakli, son başlığın ilk cümlelerinde “yalnızca bir bilim degil” diyerek devam ediyor.

    Neden bilim olmadığını gerçekten merak ediyoruz.

    • Cüneyt Uysal , 11/08/2018

      Ortaokulda öğrenmiştim;
      Deneysel değil, tekrarlanamaz ve gözlemlenemez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir