Uzun süredir kendime sorduğum bir sorunun ilk defa cevabını buldum. Önceden sevindiğim ya da üzüldüğüm şeylerin mahiyetine dair bir fikrim yokken seviniyor ya da üzülüyordum. Özüne varılmamış yani kabukta kalmış sevinçler ya da üzüntülerdi bunlar. Şimdi ise sevindiğim ya da üzüldüğüm şeylerin özüne vardım diyemem ama kabukta da değilim. Neye sevinip neye üzüldüğüme dair bir fikrim var. Tasavvur yetimdeki yırtıklar kapandıkça öze daha da yaklaşacağımı tahmin ediyorum. İçimde yaşattığım tahminler dünyasında beni şu an en heyecanlandıran olasılığın bu olduğunu söyleyebilirim. Ama neye üzüldüğümü bilmenin sevinci üzüntümü örtmüyor. Kaygılanmamı engellemiyor.
Bazen yazdıklarımdan korkuyorum. Görülmesi gereken bütün manzarayı kelimelerin içine hapsetmiş olmaktan çekiniyorum. Bu kadar karamsar olmaya hakkım var mı, bilmiyorum. Kendimi büzülmeye başlamış bir toplumun parçası olarak hissetmemden kaynaklanıyor olabilir bu durum. Türk toplumu tarihinin varisi mi yoksa yetimi mi sorusuyla yüzleştikçe tedirginliğim artıyor. Yönelim olarak kendimize yetimliği uygun görme eğiliminde olduğumuzu söyleyebilirim. Bir türlü anlayamadığım bir husus var; neden konu ne olursa olsun yuvayı daima en yükseğe kurmaya çalışıyoruz? Oysa kural çok basit yuvayı fazla yükseğe kurarsan dal kırılır. Toplumsal zihnin koyduğu hedeflerin ulaşılabilir olması için sağlıklı bir öngörü mekanizmasının işletiliyor olması gerekir. Ülkemizde aralarında 300 km olan iki şehir arasında bile “Yaşanılan Türkiye” algısı bambaşka olabiliyor. Bu tür algısal farklılıkların arasındaki mesafe kapanmadığı sürece dünyadaki yerimizi görmemiz olası değil. Yerel reflekslerle hareket etmenin övüldüğü bir toplumda ilkelerin giderek aşındırılması umutsuzluğumu artırıyor. Kaynağını bilemediğim bir suçluluk duygusu yaşıyorum.
Tarihselliğini kaybetmiş bir toplumun bir geleceği olduğundan bahsedilebilir mi, pek emin değilim. İçinde bulunduğumuz çağ insanlığı unutkanlıkla besliyor. Herhangi bir kriz karşısında ne yapacağını bilemeyen insanların ekseriyetinin bir tarih geleneğinden yoksun ya da kendi geleneklerini reddedip hükümsüzleştiren ve dolayısıyla değersizleştiren insanlar olduğunu söyleyebilirim. Bir toplum sırtını yaslayabileceği gelenekten yoksun olması nispetinde güvenceyi yasalarda aramaya başlar zira gelenekten damıtılmış erdemlerden ümidini çoktan kesmiştir. Tümüyle yasalara bel bağlayan toplum kendine güvenini kaybetmiş ya da en azından kaybetmeye başlamıştır. İşaret ettiğim hususlar üzerine vicdanıyla düşünen herkes Türk toplumunun yavaş yavaş kendisine karşı güven problemi yaşamaya başladığını görecektir. Bundan daha kötüsü var ki o da toplumsal bir özgüven bunalımına girme. İşte dillere pelesenk olduğu halde çoğu insanın tam olarak mahiyetini bilmediği ‘yozlaşma’ da tam olarak budur.
Türk toplumu olarak kendimizi usta bir plastik cerrah ve profesyonel bir makyöz olan modern çağa teslim etme konusunda neden bu kadar istekli olduğumuzu anlamıyorum. Medeniyetleri sadece dış düşmanlar ya da doğal afetler yok etmez. Bazen de medeniyetler kendi ağırlıkları altında ezilir. Her insan kendi toplumunu biraz daha tahrip edebilir ya da çiçeklendirebilir. Kendi ağırlığının altında kalmasından korktuğum bu toplumun çiçeklenmesi için ne yapılabilir diye düşünüyorum. Toplumu yetişmiş ve sağduyulu insanlar taşır. Kişiler gittikçe donanım sahibi olması gerekirken bunalım sahibi oluyor. Türkiye’de zaman geçtikçe kurumsal olgunluğun artacağına kesin gözüyle bakan büyük bir kitle var ve ne yazık ki bu kitlenin ayakları yere basmıyor. Zaman geçtikçe insanlar gibi medeniyetler de kötüye gidebilir. Bu olağan bir durum. Bu olasılığın görmezden gelinmesine vicdan ve mantığım razı değil. Kültürel hafızamızı unutuşa emanet ettiğimizden beri eylem ve kararlarımızı ölçüp biçebileceğimiz kaidelerden giderek yoksunlaşıyoruz. Hayatın gerçekleri tarafından hapsolmak bu durumun nedeni değil ancak sonucu olabilir. Bunun bir bahane olarak kabul edilememesi gerekir. Artık böyle gelmiş böyle gider söylemlerinin hikmetli sözlerden daha değerli ve önemli olmadığı bir toplumda yaşamak istiyorum.
Her insanın içinde olanı, olmayanı veya olması gerekeni anlamaya çalışan bir çocuk yaşar. Ama her insan bu çocuğa uyum sağlayamaz. Zamanla o çocuk da merak yetisini yitirir. İçimdeki bu çocuk, içinde bulunduğu çağı anlamak için yoğun çaba sarf ediyor ve bazen bu yüzden ziyadesiyle yorulduğumu hissediyorum. Çağ öngörülemez bir ayrıktır. O yüzden gelişleri değil geçip gidişleri görülür. Zamansa ne eksik ne fazla bu çağları birbirine eklemlendirir. Bu zincirin son halkası modern çağ. Bu çağ öyle sarsıcı ki insanlar dengede kalmaya çalışmaktan kültürel kaygıları kenara atmak zorunda kalıyor. Bir kültürel geleneğe sahip oldukları akıllarına gelmiyor. Bir şekilde kendi kültürümüzle bağımızı kurmamız gerekiyor. Zira en eski kültürler her zaman kökleri en eskiye dayanan kültürler değil, kökleriyle bağlarını daha güçlü şekilde sürdürenlerdir.
İnsan çaba sarf etmeksizin yaş aldıkça bilgelikle dolup taşacağına inanırsa ancak önyargı, şişirilmiş dert ve huysuzluklarla kendini oyalar. Gelenekten kastım bir devletin topluma empoze ettiği gelenekler değil. Kökü kendinde olan toplumsal geleneklerden bahsediyorum. Geçmişten bugüne doğru uzamaya devam eden ve damarlarında kan yerine hikmet dolanan. Yani bilgelikten beslenen.
Gelenek geçmişin mirası olan hikmet tanelerini geleceğe taşır, biriktirir, şekil verir. Sadece yinelemekle kalmaz aynı zamanda onu yeniler. Başına modern çağ saksısı düşmüş insanların yurdu olan Türkiye’nin yan yana yaşayan ama bir türlü beraber yaşamayı beceremeyen bir ülke olma yolunda ilerlediğini düşünüyorum. Toplumun içindeki fraksiyonlar arttığı ölçüde alanlar daha fazla bölmelere ayrılırken bu alanlar arasında temas aynı oranda azalıyor. Bunun sonucunda birbirini dışlayan kültürel farklı zamanlılık sendromuna yakalanacağımızı düşünüyorum. Hani o dillerden düşmeyen farklı dünyaların insanı olma durumunu anlatan. En güzel aşk hikâyelerinin bile bitiş cümlesi olabilen.
Muhammed Furkan Kâhya
28 Yorum