Yazarlarımızdan Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün bu yazısı Mostar dergisinde 2016’nın Ekim ayında neşredilmişti. İstanbul’da yaşanan emlâk buhranı üzerine yazıyı hatırladık ve tekrar gündeme getirmek istedik.
***
Sizin de dikkatinizi çekti mi: otomobil için “Bu devirde araba şart!” diyoruz ama cep telefonundan şikâyet ediyoruz? Otomobili vazgeçilmez sayıyoruz, arabaları süslüyor ve gözümüz gibi bakıyoruz. Buna mukabil, hemen hepimiz hayatımızda bir kere cep telefonundan şikâyet etmişizdir. “Yine nereden çaldı ki bu telefon…” sızlanmasını işitmeyenimiz, telefonun zararları hakkında bilgilere rastlamayanımız yoktur. Batı medeniyeti menşeli teknolojik araçları sorgusuz sualsiz hayatımıza sokuyoruz. Ne gibi tesirleri olduğunu pek düşünmeden bu araçları alıp kullanıyoruz. Yeni teknolojik araçları hayatımıza sokmakta herhangi bir taassubumuz yok. Millet hayatına neye mâl olduğunu, bedelini ödeyerek görebiliyoruz ancak. Fakat Batı medeniyetine karşı bu tavrımız yeni bir durumdur diyebiliriz. Batı medeniyetinin teknolojisine, kültürüne, anlayışına dair unsurlar çok erken tarihlerde girmeye başlamış ve cumhuriyet modernleşmesine kadar hep direnç ile karşılanmıştır. Türkiye’de, sızan önce saraya sızmış, saraydan İstanbul’a ve Anadolu’ya doğru aksetmiştir. On dokuzuncu asırda dahi Batı’dan gelenlere, teknolojiye karşı duranlar var idi. Tanzimat Fermanı akabindeki vetire ve yirmi yedi yıllık tek parti devri taassubumuzu kırdı, milletin bünyesinde kalıcı hasarlara sebep oldu.
Türk milletinin “gâvur icâdı”dır deyip gösterdiği tavır, millî bir karşı koyuş, temiz kalma ve kendini koruma çabasıdır. Türk tarihi kâmilen yazılmadığı için Türk’ün zihin tarihi de ortaya konamamıştır. Bir zihniyetin dışavurumu olarak “delikli demir icâd olundu, mertlik bozuldu.” sözünü, bisiklete “cin atı” diye tesmiye olunuşunu, “ham teyek asmaları/kızları yosma eden/ingiliz basmaları” mânîsini ve daha nicelerini tahlil etmemiz gerekiyor. Henüz böyle bir zihniyet tahlili yapılmadığı için otomobili kabullenip de cep telefonundan şekavet edişimizin sebebini ortaya koyamıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca görülmemiş bir mekân değişimini, bir şehir dönüşümünü son on-on beş yılda gördük. Bu zaman zarfında apartmanlaşma had safhaya ulaştı, buna bağlı olarak mahalle hayatı tesirini tamamen kaybedip yok olma safhasına girdi. Apartman, 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra Türkiye’de görülmeye başlanmıştır. 1839’a kadar gayrimüslimler, Türklerden daha yüksek bina inşâ edemedikleri için apartmanın yaygınlaşması mümkün olmuyordu. Batılılaşma yani Bâtıllaşma hudut tanımaz hâle gelince Türkler de apartmanda oturur hâle gelmişlerdir. Bugüne değin apartmanın sosyolojisi, edebiyatı, tartışması sayfalarca yapılmıştır. Ancak toplu konut, güvenlikli sitelerle, kooperatif ve lojmanlarla batı tipi konutların hayatımıza hâkim olması, dediğimiz gibi, son on-on beş yılda mümkün olmuştur. Metropolüyle kasabasıyla, doğusuyla batısıyla, merkeziyle taşrasıyla bütün Türkiye artık bu cenderenin içine düşmüştür.
Modernliğin unutturduğu, unutturucu bir mahiyet arz ettiği biraz kitap okumuş, mürekkep yalamış herkesin mâlûmudur. Apartman tipi konutlar, mahalle içerisinde fonksiyonunu icrâ eden evlerimizde ne yaşadığımızı, neye sahip olduğumuzu unutturuyor. “Cep telefonu yokken ne yapıyormuşuz?” diyen insanlar olarak mahallesiz, evsiz kalınca neyden mahrûm kaldığını bile sorgulamayacak bir hâlde yaşıyor. Apartmanda oturup namaz kılan binlerce insan, bu yeni konutlarının abdest almaya hiç de müsait olmadığını hatırına bile getirmiyor. Ayağını lavabo taşına kadar çıkarıp sâkil bir şekilde abdest alan muhafazakâr, mütedeyyin inşaat mühendisleri, iç mimarlar, müteahhitler kendilerini niye böyle çirkin bir hâle soktuklarını akla getirmiyorlar.
“Kentsel dönüşüm”, büyükşehir statüsüne geçen şehirler, değişen kanunlar ve ekonominin inşaat sektörüne açtığı yer bu son yıllardaki nihaî “darbe”yi hazırlamış oldu. Yönü kıbleye bakmayan; misafir ağırlamaya müsait olmayan; mahremiyet hislerini yaralayıp hassasiyetleri göçerten; bilhassa kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar için birer hapishâne denebilecek konutlara tıkılmış vaziyetteyiz. En çok da ihtiyarlarımızı kendilerine ait, olağan hayatlarından koparan ve neredeyse bir mülteciye çeviren bir süreci yaşıyoruz. Sitelerin içerisindeki oturaklarda, apartman civarındaki parklarda, minareleri apartman boylarıyla yarışan camilerin önünde yabancı bakışlarıyla ihtiyarlarımız oturuyor. Apartmanın merdivenleri, asansörleri başlarını döndürüyor; kombilerin, kalorifer peteklerinin, envaî çeşit elektronik ev eşyalarının, cep telefonun getirdiği kazalar onları çocuklaştırıveriyor. Köyünden, mahallesinden bin bir sebeple kopup apartmanların mültecisi olan bu ihtiyar nesil ile çocuklarının yeteri kadar ilgilenecekleri zamanları yok. Torunlarının yani gençlerin ve çocukların konuştuklarını anlamaları içinse tercümâna ihtiyaçları var!
Konut sorunu çözüldükçe evsiz, korunaksız kalıyoruz. Bu son yılların inşaat sektörü en çok faizli işleri, bankacılığı azdırmaya, azmanlaştırmaya neden oldu. Kirlilik kirliliği getiriyor, bir günah bir başka günahın kapısını açıyor. Bir apartman dairesine sahip olmak bankadan kredi çekmeye ve buna bağlı olarak faize sevk etti milyonlarca insanı. Bankanın olmadığı bir dünyayı tasavvur etmek artık hayalperestlik hatta delilik sayılıyor. Kat karşılığı evimizi değil; hayatımızı, tasavvurlarımızı, istikbâlimizi, hassasiyetlerimizi veriyoruz. Neyi kaybettiğimizi günden güne unutuyoruz, unutkanlığımız katmerleniyor. Ümmetinin en kötü sarfının eve yapılan harcama olduğunu haber veren Nebî’nin (s.a.v) sözleri kulaklarımıza erişmiyor. Evine kubbe yaptıran zâtın selâmını peygamberin niçin almadığı sadece kibir bahislerinde, kibir aleyhine verilen sohbetlerde hatırlanıyor. Vaaz kürsüsünü işgâl edenlerin ekseriyeti, beşinci katta oturana üçüncü kattaki mushâf-ı şerifin üzerinde bulunmaya cevâz vermekle meşgûl oluyor. Bugünün Türkiye’sinde iki sosyal tabaka, iki tavır var ki ekseriyet kazanmış durumdadır. Birisi günlük ibadetleri yapmak istemeyen, modern Hıristiyanlarda olduğu gibi dinin kendi vicdanıyla Allah Teâla arasında bir mesele sayan gruptur. Diğeri ise günlük ibadetlerini yapmaya çalışan, İslâm ahlâkından dem vuran, sosyal hayat bakımından daha muhafazakâr/taşralı tercihlerde bulunan bir gruptur. Her iki sosyal tabaka da dininin sosyal hayattan, sokaktan, ticaretten çekilmesini bilerek veya bilmeyerek kabul etmiştir. Takvimin nasıl olacağı, evlerin nasıl inşâ edileceği, tarlanın nasıl ekileceği, eğitim hayatının nasıl planlanacağı, alışverişin neye göre yapılacağı gibi konularda İslâm ahkâmının kıstaslarıyla bakmayı terk etmektedirler. Batı’nın kiliseyi tasfiye ederken ve kilise adamlarının tesirini azaltırken geliştirdikleri “dinî olan/dinî olmayan” ayrımı bugün Türkiye’de de câri hâle gelmiştir. Hâlbuki Müslümanlar için “dinî olmayan” hiçbir şey ve hiçbir mesele yoktur. Bu ayrımı reddetmedikçe evlerimize de bize mahsus bir zihinle bakmamız mümkün olmayacaktır.
Asırlar boyunca mahremiyeti muhafaza edebilen, yaşanılan çevrenin tabiatına uygun ve inşâ edilmesi külfetli olmayan evlerde oturduk. “Dünya dalgalı bir denizdir, üzerine ev kurmaya çalışan ahmaktır.” diye düşündük. Oğlumuzla torunumuzla inşâ ettiğimiz mütevazı evlerdi yaptıklarımız. Küçük ahşap evleriyle dolu mahallelerimizin yangınlarla yok olduğu görüldü ama yine evimizi ahşaptan inşâ etmeye devam ettik. Rene Guenon’un dediği gibi salih medeniyetler iz bırakmıyordu. Bugün daha büyük zahmetler çekerek pahalı, büyük evler yaptırıyoruz. Ancak bu evlerde ne sıhhat ve rahatı ne mahremiyeti koruyabiliyoruz. Tesettür, hicâp kıyafetleri bir zaruretin icabı verilmiş ruhsattır. Tesettürün aslı evdir. Bilhassa kadının tesettürü evidir. Elbisedeki hicâp, tesettür zarûrettir. Her mümin hanımın hakkı mahremiyete uygun düşen bir evde oturmaktır. “Kadının yeri evidir, önceliği çocuklarıdır.” diyebilmek için ona sunulan evin, ev olması gerekir. Üst üste, dip dibe apartman dairelerinde bahçesiz, sokaksız, mahallesiz evlerde Türk aile hayatını sürdürmek mümkün değildir.
Türk milletinin son çözülecek, kökteki, mahfuz unsuru ailedir. Belki Lale Devri’nden belki daha öteden beri Batı’daki “Frenk hayatı”na, teknolojiye karşı direniş asırlar boyunca sürmüş ama bir yandan da bohça açıla açıla dibe ulaşılmış vaziyettedir. Bohçanın dibine ulaştığımızı artık direnişin terk edilip başa gelen musibetleri, şerleri iyi saymaya başlayan insanlarımızdan anlıyoruz. “Çok şükür faizler düştü.” diye hamd edip gayrimüslim hayatının parçası evleri oturmayı kâr sayıyorsak ters giden birçok şey var demektir. Bu ahvâlden rabbimize sığınırız.
Mehmet Raşit Küçükkürtül
3 Yorum