Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal’in dostlukları Cumhuriyet’ten çok öncesine dayanır. 31 Mart Vakası sebebiyle İstanbul’a yürüyen harekât ordusu içerisinde yer alan Mustafa Kemal, İstanbul’da Rauf Orbay, Kâzım Karabekir ve Selahattin Aydın ile tanıştı. İstanbul’daki bu karşılaşma bir tesadüf değildi tabiî ki. Yukardaki mezkûr zatlar İttihat ve Terakki Partisi’nin çatısı altında birleşip, meşrutiyeti ilan etmek isteyen subaylardı.
Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal arasındaki bu tanışıklık 1. Cihan Harbi’nde dostluğa dönüştü. Bu iki Paşa da Osmanlı Ordusu’nun Alman komutanların boyunduruğu altında olmasından rahatsızlık duyuyor ve bunu dile getirmekten kaçınmıyorlardı. Cihan Harbi bitip, Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra diğer Osmanlı Paşaları gibi Dersaadet’e çağırılan paşalar arasında, bu iki subay da bulunuyordu. Yapılan görüşmeler ve Devlet-i Aliye’nin girmiş olduğu çıkmaz karşısında birçok subay gibi, Karabekir ve Mustafa Kemal de el altından desteklenerek, Anadolu’da Kuvay-ı Milliye tarafından başlatılan mücadeleye katılmak üzere İstanbul’dan gönderilmişlerdi.
Milli Mücadele’ye katılan Mustafa Kemal özellikle Damat Ferit Paşa Hükümeti’nden aldığı “geri dön” telgraflarını bir süre oyaladıktan sonra işin son noktasında, atanmış olduğu 9. Ordu Müfettişliği’nden istifa ederek, bir sivil konumuna inmişti. Kendisi hakkında tutuklama emri çıkan Mustafa Kemal’e o günlerde itibarını ve varlığını tekrar kazandıran kişi hiç şüphesiz Karabekir Paşa olacaktı. Nitekim çaresiz bir durumda tutuklanıp, İstanbul’a götürülmeyi bekleyen Mustafa Kemal’in emrine, başta kendisi olmak üzere tüm ordusunu veren Kâzım Karabekir’di. Mustafa Kemal bu sayede Milli Mücadele’ye tekrar dâhil olmuş ve sonrasında Kâzım Karabekir’in Paşa’yı kendi çabaları sonrası Erzurum Kongresini almasıyla da Milli Mücadele’nin önderi konumuna gelmişti.
Milli Mücadele süreci içerisinde Mustafa Kemal’den hiçbir desteği esirgemeyen ve hatta emri altındaki bir er gibi çalışan Kâzım Karabekir, Cumhuriyet’in ilanından sonra Mustafa Kemal’le birçok noktada anlaşmazlığa düşmüş ve hatta bir süre sonra adeta Mustafa Kemal tarafından göz hapsine mahkûm edilmişti. Bu anlaşmazlıkların en önemlilerinden biri kuşkusuz; “Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi” meselesiydi. Kâzım Karabekir bu durumu hatıratında şöyle naklediyor:
14 Ağustos akşamı Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, bilim heyetinin şimdiye kadarki mesaisiyle ilgili görünmeyerek “Kuran’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı. Şer’iye Vekili Konya Millet Vekili Hoca Vehbi Efendi ve bunun gibi sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi:
“Gazi Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya alarak güya Kuran’ı da İslamiyet’i de kaldıracaktır. Çevresindekiler kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.”
Aynı akşam bu fikre ayak uyduran bazı kişileri görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:
Devlet Başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği gözü önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dini biligilere hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları harekete geçirmelidir.
Mustafa Kemal Paşa bana şu cevabı verdi:
Din adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. (Kuran’ı) Doğrudan doğruya tercüme edivermeli!
Bu fikrine şöyle karşılık verdim:
Sömürgeleri Müslümanlarla dolu olan büyük milletler Kuran’ı kendi siyasî çıkarlarına göre dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçaya hakkıyla vakıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul, tercümeyi mesela Fransızcasından yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek kuruldan vicdanî bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kuran’ın yapılmış tefsirleri var, gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa enerjimizi millî kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur.
Mustafa Kemal Paşa bu beyanlarıma karşı hiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle dedi:
Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.”
Yine 19 Ağustos 1923’te Mustafa Kemal, eşi Latife Hanım ve İsmet Paşa’nın Kâzım Karabekir’in evine gittikleri bir misafirlikte İsmet Paşa’nın şu sözleri Kâzım Karabekir’i muhalefet etmeye mecbur bırakmıştır:
“Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Mevcut kudret ve prestijimizle bugün bu inkılabı yapmazsak, başka hiçbir zaman yapamayız.”
İlk olarak Fethi Bey grubundan, sonra da Mustafa Kemal Paşa’dan bizzat işittiğim bu yeni inkılap zihniyetini İsmet Paşa bir çırpıda tamamlamış oluyordu. Aradaki zaman boşlukları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin şu üç maddelik programları kulaklarımda tekrarlanıyordu:
1. İslamiyet ilerlemeye engeldir.
2. Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli.
3. Hocaları toptan kaldırmalı!
Bu birleşik cephe karşısında tek başıma da olsa mücadele etmeye kararlıydım. Kılıçlar çekilmişti bir kere. Oyunu bozmak için elimdeki bütün imkânları kullanmaya karar verdim ve:
“Peki ama ne olmak istiyorsunuz?” dedim. “Hristiyan mı, dinsiz mi?”
II. Meşrutiyet’e dayanan bir dostluk, Cumhuriyet’in ilanından sonra bu ve benzeri sebeplerle adeta bir düşmanlığa dönüşmüş ve hatta din bu iki dost arasında tezat iki görüş halini almıştır. Tarihi vakalarda hiç şüphesiz kararı, yine tarih verecektir.
Ömer Ertürk
2 Yorum