Tarihi inceleyin göremezsiniz
Soytarısız bir kral dalkavuksuz bir sultan
Padişah imparator gözdeki mübalağadır
Bana bunlar yaramaz
Ben çocukluk çağlarımdan beri
Görülen görünen gösterilen dünyaya
Alışmamak inadında kararlı takımı tuttum
(İsmet Özel, Savaş Bitti)
Hıristiyan takvimine göre 15 ve 16. yüzyıllar, Avrupalıların Türk tehdidi altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları zaman dilimini ifade eder. İstanbul’un fethi ve Viyana seferleri bu tehdidin en şiddetli olduğu zamanlardır. Bir Türk düşünürünce bu iki önemli hadiseye alışılmışın dışında bir yorum yapıldı. Ona göre İstanbul’un fethi ile Roma’nın fethine giden yol açılmış olmalıydı ve Viyana seferi ile de Avrupa’da herhangi bir hegemonik düzenin teşkil edilmemesi için Türk gücü hâkimiyetini kurmalıydı. Olmalıydı ve kurmalıydı şeklinde dile getirilmesi oldukça dikkat çekici… Çünkü bu ifadeler ile aslında olanların olması gerektiği biçimde kasten yapılmadığına dikkat çekiliyor. Yani gerçekten Fatih, Roma’yı fethedebilecek iken buna bile isteye mi sırt çevirdi yoksa şartlar mı el vermedi sorusunu sormak durumunda bırakıyor. Öbür taraftan, Viyana fethedilebilecek iken yine bile isteye mi bunun için yeterli mücadele verilmedi yoksa artık ötesine geçecek imkândan mı mahrumduk soruları kafa karıştırıcı biçimde ağırlığını koruyor. Eğer gerçekten iradi tercihler söz konusuysa Türk tarihi düşüncemizi gözden geçirmemiz gerekebilir. Değilse de kafa karışıklığının verdiği dirilik ile başka soruların peşine düşebiliriz. Kanaatimce söz konusu yorumda bulunan Türk düşünür, iki türlü de amacına ulaşmıştır.
Tekrar 15 ve 16. asırlara dönersek, bu zaman aralığında olup bitenlerin ilk anda Türk tarihi açısından lehimize olduğu bir gerçek. Fakat bu büyük Türk gücünün sonuçları itibariyle 1492 tarihindeki hadiseleri doğurmuş olması da bir gerçektir. Nedir onlar? Birincisi, İspanya’daki siyasi varlığımızın -siyasi gücün içeriği eleştirilebilir- resmen ortadan kaldırılması ve bölgedeki Müslümanlar açısından tarifsiz acıların yaşanacağı yılların başlangıcıdır. Aynı zamanda İspanya’daki Müslüman gücünün kırılmasıyla birlikte, Avrupa’nın bundan büyük moral bularak hızlı bir siyasi organizasyona girişmesi de ayrı bir noktadır. İkincisi ise Türk tehdidinden kurtuluş yollarını arayan Avrupalıların, Amerika’ya ayak basarak, iktisadi dönüşümlerin temellerini atmasıdır.
Türkiye’deki “Milli Eğitim” müfredatının Avrupamerkezci yapısı nedeniyle 1492 tarihini büyük kâşiflerin efsanevi yolculukları olarak öğreniyoruz. Müfredata göre 1492 tarihi demek “Büyük Kâşifler” ve “Amerika’nın Keşfi” demektir. Genel itibariyle Endülüs bu tarihten dışlanmış, yabancılaştırılmış ve sıradan bir tarihsel vaka hâline getirilmiştir. Doğrudan Türk tarihini ilgilendiren bir durum olarak görülmemiştir. Çünkü Müslüman hâkimiyetleri, modern dünyanın doğduğu zamanlar açısından dünya tarihini ilgilendiren bir mesele değildir. Hatta bu doğuşun zihinlere yerleştirilmesi için yazılan tarih anlatılarının gücünü kıran bir pürüzdür. Dolayısıyla bu tür bilgilerin kıymeti düşüktür ve adiyattan sayılır. Bu çarpık anlayışın hâlâ geçerliliğini koruduğu söylenebilir.
Yukarıda bahsettiğim Türk düşünürünün alışılmışın dışındaki yorumu dikkate alındığında Endülüs’ün yıkılışı üzerine eleştirel sorular yöneltebiliriz. Bütüncül bir yaklaşıma ulaşabilmek için dönemin önemli gelişmelerini takip edebiliriz. Ancak bunların dışında kalan toplumsal yaşamdan örneklere ne kadar dikkat kesilebiliriz? Bir siyasi varlığın ortadan kalkması neticesinde oradaki insanların maruz kaldığı durumları dikkate almak durumundayız. Çünkü sosyal tarih dediğimiz detaylar bir bakıma siyasi tarihin uzantılarını tespit etmemizi de sağlar. Hâliyle Endülüs’te devletsiz kalan Müslümanların neler yaşadığını bilmek durumundayız.
Mesela 1526 tarihine bakabiliriz. İspanya Krallığı’ndan bazı yetkililer, Endülüslü Müslümanlar hakkında asimilasyon fermanı hazırlıyorlar. Fermanla birlikte Müslümanların tüm sosyal ve dinî yaşantıları kısıtlanıyor, bir an evvel Hıristiyanlaşmaları için sistemli bir dayatma süreci başlıyor. İspanyollar bu ferman ile vatanını terk etmeyen Müslümanları katletmekten vazgeçip uzun yıllar etkisini gösterecek kültürel bir soykırımı hedeflediler. Fermana göre Müslümanlar, çocuklarına artık İslâmî isim veremeyecekler, sünnet olmaları yasaklanacaktı. Kadınların tesettürleri yasaklanacak, Müslümanların hamamları kapatılacaktı. Bu yolla dinin hem simgesel hem de ibadet yönüne ait tüm unsurlar ortadan kaldırılacaktı.
Dinî yaşantı ve hassasiyetlerin yeni nesiller açısından yok edilmesi, bölge açısından olumlu karşılanıyordu. Krallık hem insan gücünden mahrum olmayacak hem de onları Hıristiyanlaştırarak kutsal bir iş yapmış olacaklardı. Bu plan ile yani Müslümanların sosyo-kültürel haklarının ellerinden alınmasıyla, İspanya’da İslâm’ın izlerini büyük ölçüde kazımış oldular. Ancak Şarlken’in yürürlüğe aldığı bu ferman karşısında, Moriskolar denilen Müslüman halk, vatanı için her şeye rağmen mücadele etmeye devam etti. Müslüman halk, fermanın yürürlüğe girmemesi için yüksek miktarda vergi ödemeyi bile teklif etti. Şarlken, bu teklifi krallığın içinde olduğu ekonomik krizleri göz önünde tutarak kabul etse de çok geçmeden fermanı daha ağır bir biçimde uygulamaya koydu.
Yaşanan baskıların en sert örneklerinden biri de Endülüslü Fatma’nın başına gelenlerdir. Onun başından geçenler hem siyasi hem de sosyal tarih açısından önemli ipuçları taşır. Krallığın fermanından elli üç sene sonra yani 1579’da Fatma aykırı davranışları nedeniyle dava edilir. Bu dava, Avrupalıların kendileri dışındaki insanlara karşı ne kadar vahşi olduklarını bir kez daha ispatlar niteliktedir. Gırnata kökenli bir köle olan Fatma’nın mahkûmiyet gerekçesi ise, “Fatma” adından vazgeçmemesidir.
Fatma o kadar keskin bir tavır içindedir ki, mahkemede kendisine verilen “Isabel” ismini reddedip yalnızca “Fatma” hitabına cevap verdiği için hakkında ateşe atma cezası talep edilir. Bu tavrıyla kimsenin kölesi olmadığını, olmayacağını gösterir. Ancak bu dirayetli tutumu, mahkemenin diğer Moriskoları da Müslümanca yaşamaya teşvik ettiği hususunda şüphelendirir. Öbür taraftan yedi yıl boyunca Hıristiyan olarak geçirdiği “kölelik” hayatı içinde günah çıkarmaya hiç gitmemiş olması da şüpheleri artırır. Lakin İspanyol mahkemesi yargılama süresince isnat edilen suçların hiçbirini ispatlayamaz. Fatma “suçsuzluğunun” bedeli olarak yüz kamçı, ömür boyu hapis ve ateşe atma cezası alan Müslümanların infazında alçaltıcı bir şekilde hazır bulunma cezası alır.
Onun bu cezalara maruz kaldığında yetmişli yaşlarında olması yaşanan dramın acımasızlığını gösterir. Layık görüldüğü bu muameleye rağmen hiçbir koşulda İsabel olmadığını dikkate almak zorundayız. Avrupalı karakteri, günümüzde de bu vahşiliklerinden vazgeçmiş değildir. Daha ağır şekillerde soykırımlara devam ediyorlar. Avrupa evrenselciliğinin, küresel düzenin lokomotifi olan Amerikanlaşma karşısında bizim tutumuz ne olacak? Var olan sistemin sundukları bizi köleliğe razı mı edecek? Karar vermesi zor.
İbrahim Orhun Kaplan
İlgili Yazı Dizisi
1. Avrupamerkezcilik Nedir? – İbrahim Orhun Kaplan
2. Güneş Batı’dan Doğar – İbrahim Orhun Kaplan
3. “Türk Kılıcı Şimdi Başımızın Üzerinde Asılı Durmaktadır” – İbrahim Orhun Kaplan
3 Yorum