İnsanın beyniyle düşünmeye başlamasının tarihi yenidir desek, İslam düşüncesi açısından –ki Batı düşüncesi için de aynı durum söz konusudur- çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız. Zira klasik İslam düşüncesinin hemen her disiplininde modern zamanlara değin yaygın görüş, düşünmenin merkezinin kalp olduğu şeklindeydi. İnsanın kalbiyle düşünebilen bir varlık olduğu fikri, gözlerini modern zamanlarda dünyaya açmış bizlerin kulaklarına elbette biraz “tuhaf” gelebilir. Fakat tarihin her döneminde durumun bu şekilde olmadığını unutmamak gerekmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in normal şartlar altında “düşünen” (el-Hacc, 22/46), ancak insanın yapmış olduğu birtakım eylemler neticesinde “mühürlenen” ve “anlama”sı (et-Tevbe, 9/87) artık imkânsız hale gelen bir kalpten bahsetmesi, diğer özellikler yanında kalbe “akletme” gibi bir nitelik de atfetmesi, İslam âlimlerinin önemli bir bölümünün akletmeyi ve idrak etmeyi kalbe ait bir fonksiyon olarak görmesinde etkili olmuştur. Bunun yanında, İslam dünyasının kendinden önceki ilmî geleneklerden tevarüs ettiği bilimsel birikimin önemli bir kısmının akletmeyi nihai noktada yine kalbin bir eylemi olarak sunması da bu yaklaşımı desteklemiştir.
Akletmenin kalbin bir özelliği olarak değerlendirilmesi, özellikle tasavvuf ehlinin nezdinde basit bir teknik/bilimsel mesele olmanın çok daha ötesinde bir anlama sahip olmuştur. Mutasavvıflar kalbin, insanın maddi yönünün yani bedeninin hayatiyetini devam ettiren bir organ olmasının yanında, duygu, idrak, vicdan ve iradenin merkezi kabul edilmesi hasebiyle insanın manevi yönünün yani ruhunun da canlılığını temin ettiğini belirtmişlerdir. Böylelikle kalbin insanın içinde yer alan, bir yönüyle maddi diğer yönüyle de ruhani bir merkez olduğunu vurgulamışlardır.
İslam kültür ve medeniyetinin kalp ile akletme arasında kurmuş olduğu bu irtibatın ne denli kabul gördüğünü, söz konusu irtibatın dilimizdeki yansımalarından da rahatça anlayabiliriz. Bir kimsenin kalbini okumak, birinin kalbiyle konuşması, sevilen birinin önce gönlünü çelmeye çalışmak, ardından da onu gönülde çıkarmamak, olacak birtakım şeylerin insanın gönlüne doğması ve nihayetinde neyi yapıp neyi yapmayacağımızı paşa gönlümüzün bilmesi, hep kalbin akletmek gibi bir özelliğinin de bulunduğuna ilişkin anlayışın birer işaretleridir.
Bu tablo, 17. yüzyılda başlayan ve sonrasında gelişerek devam eden beynin anatomisine dair araştırmalarla bilimsel olarak tamamen değişmiştir. Varılan noktada, düşünmenin ve bunun yanında insan hayatı için mühim olan her türden fonksiyonun ana merkezinin beyin olduğu bilimsel açıdan sabittir. Hiç şüphesiz bahsi geçen tablonun bilimsel açıdan değişmesi insanoğlu için herhangi bir sakınca doğurmazdı, şayet gelişmeler yalnızca bununla kalsaydı…
Ancak ne yazık ki tarihsel durum pek de öyle tezahür etmemiştir. Kalpten beyne taşınan akletmenin duygu, vicdan gibi kalpte bulunduğu sırada kendisine eşlik eden fonksiyonlarla irtibatı da giderek zayıflamıştır. Akletme beyne izafe edilmiş ve yüceltilmiş, duygu ve vicdan ise kalpte yalnız bırakılmış ve görmezden gelinmiştir. Bu sürecinin vardığı son nokta ise, evreni ve içindekileri duyuş, seziş, kavrama ve anlamlandırma noktasında beynin ve kalbin, düşüncenin ve vicdanın mutlak irtibatsızlığı olmuştur. Önceleri aklın pek çok şeyi bilebileceği ancak diğer arkadaşları olan duygu ve vicdanın müdahalesi sayesinde asla her şeyi yapamayacağı varsayılırdı. Ne var ki zamanla aklın kapasitesine ilişkin o eski tevazu kovulmuş, onun yerine kibir yerleştirilmiştir. Bir nevi aklın dizginleyicileri de diyebileceğimiz duygu ve vicdan ise kendisine etki edemeyecek kadar akıldan uzaklarda tutulmuş, bunların insan eylemlerinde önceden var olduğu kabul edilen her türden olumlu katkıları da inkâr edilmiştir. Böylelikle akla, ruhsuzlaşması bedeline karşılık mutlak otorite bahşedilmiştir. Yeni durumda artık akıl her şeyi bilebileceği gibi yapabilecektir de!
Her şeyi bilebilen ve dilediğini yapabilen aklın gelinen noktada insanoğluna sunduğu manzara, fazladan kelam etmeyi gerektirmeyecek derecede dehşet verici haliyle ortadadır. O halde bu manzaradan hoşnut olmayan insanların yapabileceği, biraz daha vurgulu ifade edecek olursak, yapmaları gereken nedir? Yeniden kalp ile düşünmeye başlamak! Elbette bugün için maddi anlamda kalbin düşüncenin merkezi olduğunu söyleyebilmenin imkânı olmadığına göre, “kalp ile düşünmek”ten kastımız “kalbin yardımı ve kontrolüyle düşünmek”tir. Bu yardım ve kontrol işini kalp adına yürüten ise vicdandır. Dolayısıyla kalp ile düşünmek, vicdan sahibi olmak demektir. Diğer bir deyişle hem düşüncemizin hem de o düşüncenin neticesi olacak eylemimizin her anında vicdanımıza danışmayı bir meleke haline getirmektir. Aralarına uzak mesafeler girmiş akıl ve vicdanı buluşturmaktır. Bunun kolay bir şey olduğunu kimse söyleyemez. Fakat tek tek fertler olarak bu yükümlülüğü yerine getirmediğimiz takdirde şahit olduğumuz hiçbir olumsuzluğun yerini iyi şeylere bırakmayacağını söylemeye sanırım gerek dahi yoktur.
Bu vesileyle, Küçük Prens hikâyesinin tüm bu anlattıklarımızı özetleyebilecek o satırlarını yeniden hatırlatarak, tilkinin Küçük Prens’e verdiği sırrı bir kez daha ifşa ederek yazıya son verelim: “İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
İbrahim Aksu