“soru sormak aklın dindarlığıdır”
Heidegger
İnsan dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren kendini bir arayışın içinde bulur. Varlığını anlamlı kılabilmek için sorular sorar. Sorularına cevaplar bulur, bulduğu cevaplardan başka sorulara gider. Bu paradoksta bir anlama yakınlaştığını zannettiği anda esas soruyu unutabilir. Çünkü insanın sorarken muhatabı ara-dır, ara ise yaşadığı ‘Evren’dir. İnsana düşen bu ara-da kendini ara-maktır.
Dizlerindeki yaraların zihnindeki kargaşadan fazla olduğu zamanlarda derin ve anlamlı soruları olan insan, zamanla daha basit sorulara yöneldi. Bir zamanlar sorduğu o sorular indirgemeci cevaplara mahkûm edildiği için vazgeçti. Hâlbuki “Ben kimim?”, “Beni kim yarattı?”, “Allah şimdi nerede?”, “Ben neden Allah’ı göremiyorum?”, “Cennet nerede?” gibi soruların zorluğu onu bunlardan uzaklaştırmamalıydı. Çünkü bu sorular aslında cevabını içerisinde barındıran gerçek sorulardı ama cevabına ancak insan kendine döndüğünde ulaşabilirdi.
İhsan Fazlıoğlu’nun söylediği gibi sahici olan, insana sadık ve müstakim yollar açan o soruların başında her an aramakta olduğu “Hayatın anlamı nedir?” sorusu geliyor. Bu soruya verilen cevaplardan biri de Nurettin Topçu’ya aittir: “Mâdem ki vâr olduk, sayısız nimetler dünyamızı doldurdu, bu nimetleri devşirmek hakkı bize bağışlanmışken ne için samimi irademizi boğmak isteyelim? Bize cellatlık emrolunmadı. Belki emrolunan, bizden istenen, bu hayret verici nizâm içindeki yerimizi, varlığımızın hikmetini düşünmektir; dilsiz kâinatla konuşmasını bilmektir, onu dile getirmektir. Bundan hayatın mânasını çıkarabiliriz.” İnsanın, ulaştığı anlam sürekli değişir. Bazen “hayatın anlamı mutlu olmak”tır diye düşünür, sonra kendisini mutlu eden şey neyse “hayatın anlamı budur” der. Bu anlamı zenginler servetine, anne-babalar evladına, öğrenciler başarısına, gençler güzelliğine, âşık sevdiğine yükler. İdrak seviyesi değiştikçe anlam da değişir. İnsan, bu gelgitler arasında bunalır. Aramaktan bile vazgeçebilir. Kendisini her daim bir gölge gibi takip eden ve ondan hiç vazgeçmeyecek, hayatın gerçeği olduğuna emin olduğu, varlığına tutunacak bir dal arar. Bu arayışın neticesinde onun “ölüm” olduğunu fark edebilirse ne mutlu. Çünkü başlangıç, ancak kendisini var eden bir sonla mana bulabilir.
Ölüm, insan varlığının bütün olanakları içinde en gerçeği hatta tek gerçeğidir. Eğer insan, hayatı anlamak istiyorsa onun karşıt yüzü olan ölümü de anlamalıdır. Ölümün, insanı nerede beklediği belli olmadığına göre insan onu her yerde aramalıdır. Bu arayış aslında ona ısınma ve alışma seanslarıdır. Ölüme alışmak ise özgürlüğe alışmaktır. Ölmeyi öğrenen insan tutsak olmayı bilmez. Hayatın çengeline takılmamak ölümün varlığını fark edip onu içselleştirmektir. Dünyada her varlık ölümle yoğrulup mayalanarak hayat bulur.
İnsana garip gelen ise ölümün bilincinde olup, ne olduğunu bilememesidir. Çünkü hiç kimse bir başkasının yerine ölemediği gibi acısını da deneyimleyemez. Ölüm her zaman ve her durumda kişiye özeldir. İnsan kendi ölümünü deneyimleme imkânına sahip olamadığından bir bütün olarak kendi varoluşunu kavrayamaz. Kendi varoluşunu kavrayabilmesi için başkalarına ihtiyaç duyar. Başkalarının ölümüyle varlığından haberdar olur. İsmet Özel’in Üç Frenk Havası şiirinde dediği gibi;
“Bize ne başkasının ölümünden demeyiz
Çünkü başka insanların ölümü
En gizli mesleğidir hepimizin
Başka ölümler çeker bizi
Ve bazen başkaları
Ölümü çeker bizim için.”
İnsan, varlığın arka plandaki sesini duyabilmek için bir sefere çıkar. Ararken kaybolmamak için ardında izler bırakır, geri dönüşü olmayacak olsa da dönüp baktığında geçtiği yolları görmek zorundadır. Hayatını bu şekilde yaşanabilir kılar, ötesini ve berisini hesaba katar. En nihâyetinde “Hayata anlamını veren hayatın kendisi midir?” sorusuna muhatap olur. Bu sorunun yanıtına ancak ölümü kavradıktan sonra ulaşabilir. Çünkü bıraktığı izler hayatının bizzat kendisi olmadığı gibi yalnızca bir kısmıdır ve hatta geçmiştir, artık unutulmaya mahkûmdur. Ancak ölüm, kendisinden hiç vazgeçmeyecek, her daim kendini hatırlatacak, sürüp giden hayatı bir anda durdurabilecek olandır, yokluğu yoktur. İnsanın hayattaki anlamı bilebilmesi, hayatın anlamını kavrayabilmesi için varılan son noktadır. Ve bu son bir bitiş değil, hakikat ile vuslattır.
Bir soru etrafında ifade etmeye çalıştığım düşüncelerim beni, hayatın ölümle yani bir son düşüncesi ile anlam kazanabileceği gerçeğine götürdü. Yine de unutmamak gerekir ki sorular gibi cevaplarda sık sık değişebilir. Mühim olan yolda olmaktır.
Beyza Doğan
1 Yorum