Rönesans düşüncesinin bir ürünü olarak hümanizm, insan aklını “mutlak”laştırır. İnsan aklını “mutlak”laştırmak, insan aklının kavradıklarının dışında kalanların “yok” sayılması sonucuna işaret eder. Bilindiği üzere, Batı düşünce tarihi Rönesans ve sonrası yani günümüze kadarki süreçte aynı çizgide ilerlemiştir. Dolayısı ile temelleri Rönesans düşüncesine dayanan hümanizm Rönesans sonrası süreçte yani Aydınlanma Çağı ve Sanayi İnkılabı dönemlerinden güçlenerek çıkmıştır. Zira bu düşüncelerin hepsi aynı düşünüş biçiminin silsileleridir ve birbirini beslerler. Bu düşüncelerin hepsinin kesiştiği yer “birey”dir. Hepsinin atfı temelde “birey”edir. Ve hepsi aynı tip “birey”i vücuda getirebilmek için çalışırlar. Rönesans döneminde “hümanizm” insan aklını mutlaklaştırırken, Aydınlanma bu aklı “deney”e mahkûm etmiş, sanayi inkılabı da bu “deney”i “makina”lara sıkıştırmıştır. Tüm bunlar olur iken, başka bir mecrada başka tartışmalar da vücut bulmuştur elbet. Bunun sebebi ise yukarıda saydığımız dönemlerin “birey” odaklı kodlara sahip oluşudur. İnsanı “en üst akıl” olarak ilan eden modern çağ, aynı zamanda bu üst aklın “özgürlüğünü” de garanti altına almalıdır. Zira “mutlak” olan akıl, “özgür” de olandır.
İnsan Hakları ders kitaplarında Carl Schmitt’in şu cümlelerine yer verilir: “Liberal bir devlet anlayışında bireyin özgürlük alanı kural olarak sınırsızdır. Fakat devletin yetkileri kural olarak sınırlıdır.” Ve devamında şu cümleye yer verilir bu kitaplarda: “İşte çağdaş hukuk devletinin temeli bu temel ilkeye dayanır.” Evvela Schmitt’in “Bireyin özgürlük alanı kural olarak sınırsızdır.” deyişi üzerinde duralım. Zira üzerinde düşünülmesi gereken temel nokta tam da burasıdır. Bir “birey”den bahsediyor Schmitt. Schmitt’in “birey”i alelade bir birey değildir. Bu birey mühim bir vasfa sahiptir. Hatta onun “birey” olarak kabulünün ardında da esasen bu vasfı haiz olması yatar. Bu “birey” yukarıda üzerinde uzun uzun durduğumuz dönemlerin ulaşmaya çabaladığı (ve nihayet ulaştığı) insan modeli olduğu için “birey”dir. Bu noktada bir adım daha ileriye gidelim. Yine aynı insan hakları ders kitaplarında insan haklarının kaynağı olarak “1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” gösterilir. Yani Carl Schmitt’in “birey”inin sınırsız özgürlüklerinin temelinde bu bildirge yatar. Bu bildirgenin husule gelişi bu “birey” sayesinde olmuştur. Yine “birey”in kendisidir haklarını/özgürlüklerini ve onun kural olarak sınırsız oluşunu “ilan” eden. Zira bu noktada cari olan kural, insan aklının “mutlak” oluşudur.
Zygmunt Bauman “özgürlük” bahsinde şöyle söyler: “Özgürlüğün etkililiği kimi diğer insanın özgür olmamasını gerektirir. Özgür olmak, diğerlerini özgür bırakmama yetkisi ve kabiliyeti anlamına gelir.” Birinin özgürlüğü nispetinde diğeri özgürlüğünü kaybeder diyor Bauman. Bu cümleyi biraz farklılaştırarak şöyle diyebiliriz galiba: Modern insanın özgürlüğünün etkililiği, bazı noktalarda özgür olmamasını gerektirir, hatta zorunlu kılar. Yani bu özgürlüğün sınırları aslında vardır. Hatta çok kesin bir şekilde vardır. İşte bu sebeple modern özgürlük, içerisinde mutlak bir “kesinlik” içerir. Hümanizmin “üst akıl insan” formülünün içinin aydınlanma tarafından deney/gözlem” ile doldurulması, bu aklın modern bireyin aklı olarak ilan edilmesi ve akabinde bu akılca o modern insan hakları/özgürlükleri bildirilerinin oluşturulması ve yine bu “bildiri”lerin dünya hukuk düzenlerinin temelini teşkil etmesi şeklinde özetleyebileceğimiz vakalar zinciri, bu “kesin”liği açık bir biçimde özetler. İnsan özgürdür evet, fakat yukarıdaki zincirin içinde yer alan “birey” ise insan o zaman özgürdür ve bu zincirin dışına çıkmamak koşulu ile özgürdür. Bu noktada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarını incelemekte fayda vardır. Çünkü bu mahkeme günümüzde insan hak ve özgürlüklerini koruyan temel mahkeme görevini ifa etmektedir.(!) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9. Maddesi “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” matlablıdır. Madde herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olduğunu ilan eder iken hemen akabinde din ve inançları açıklama özgürlüğünün “kamu düzeni” nedeni ile kısıtlanabileceğini söyler. Bu maddenin özgürlüklerini koruyabileceği inancını taşıyan ve üniversitelerdeki “türban” probleminden mustarip olan çoğu kişi AİHM’e bu hususta birçok dava açmıştır. AİHM bu başvuruları kabul edilmezlik ile red ederken kullandığı gerekçeler ise dikkate değerdir. Şöyle diyor AİHM davaları red eder iken; “Laik üniversiteler öğrencilerin kılık kıyafetlerine ilişkin kayıtlamalar koyarken, bazı köktendincilerin yükseköğretimde ‘kamu düzeni’ni bozmamalarını ve diğerlerinin inançlarına zarar vermemelerini sağlamaya özen gösterebilirler.” Buörnekte hümanist/aydınlanmacı zihnin özgürlüğünün kesinliği ile karşılaşırız. Bu özgürlük o denli keskin sınırlamalara sahiptir, bu sınırlamanın dışında kalan her şey ve kişi “kamu düzeni”ne aykırılık arz eder. Zira bu “özgürlük” denilen “şey”in hümanist/aydınlanmacı zihnin ürünü olarak bizzat kendisi pozitivisttir, “kesin” sınırları haizdir ve dolayısı ile kendini husule getiren “birey”den başkasına “özgürlük” veremez. Ki bu “birey”e verdiği özgürlük dahi “birey”i kendisinin farkına varamadığı bir biçimde zincirlemektedir. Çünkü bu “kesinlik” ile insan aklının o cüz’iliği dışına çıkışı yasaklanır. Oysa cüz’i olanın ilacı külli olandır ki O’na ancak bu “kesinlik”in yıkımı ile varılabilir. Yani O’na varış için modern çağın özgürlüğüne mahkûm olmamak gerekir.
Evet, Hümanizm, Aydınlanma ve sonrası düşünceler “mutlak” akıl olarak insan aklını ilan ettikleri vakit “özgürlük”ü bizzat kendileri “sınır”lamışlardı. Zira insan aklının bizzat kendisi sınırlı bir algı kabiliyetine sahiptir. Dolayısı ile bu özgürlük sadece insanı sınırlı olana mahkûm etmek gibi bir işlev ifa eder. Sınırlı olana mahkûmiyet ise sınırsız olandan kopma sonucunu doğurur.
Feyza Yapıcı
8 Yorum