Allah’a kulluğun tarihe kulluk karşısında tercihe şayan bir tutum
olduğunun savunulması (Augustinus) nasıl yapılabilmişse, tarihe kulluğun
Allah’a kullukla aynı kapıya çıktığının savunulması da (Hegel) yapılabilmiştir.”
(İsmet Özel)
Tarih, evrenin varoluşunu günümüze kadar getirerek açıklarken, felsefe, varoluşun temellerini gidebildiği kadar geriye götürmek ister. Bu husustaki arayışa Hegel, felsefi tarih der. Zaten Hegel’i tarih felsefesine iten sebeplerin başında da tanrısal etkinin varlığını duyumsamak gelir.
Geçmiş ve gelecek açısından tarihi merkeze alarak varoluşun sırlarını keşfetme yoluna giden Hegel, bütün bu sürecin ağırlığını kendince yöntemlerle ortaya koyarak yeni bir tarih felsefesi modeli üretmiştir. Bu doğrultuda iki noktanın doğru anlaşılması lâzım. Birincisi, tarih felsefesi denildiğinde söz konusu olan tarihsel hadiselerin felsefi açıdan ele alınmasıdır. Bu bir anlamda doğru olsa da yeterli değildir. Çünkü hadiselerin felsefi olarak yorumlanması ikincil meseledir.
İşte Hegel’in tarihi biçimlendirmesinin temel prensibi de tarihçilerin ortaya koyduğu anlatıların arka planında yer alan itici güçlerin, tarihi yapan unsurların ve amaçlarının olabildiğince açık bir şekilde anlaşılmasıdır. Hegel bu yaklaşımıyla, tarihin mantıksal yönünü keşfederek, rastlantısallığı devre dışı bırakmıştır. Onun perspektifinden tarihi belirsiz etkilerin bir neticesi olarak görmediğimizden, kendi bünyesindeki mantıksal yapının içeriğini tespit etmek durumundayız. Hegel’in de ifade ettiği üzere tarihsel süreci şekillendiren ana etken bu mantıksallığı da içeren akıldır. Anladığım kadarıyla Hegel’in tarihsel sürece aklı ve mantıksallığı dahil edişi ile beraber, aklın işleyişi ve bilincin sınırlarındaki perdeleri kaldırmanın ve parçadan bütüne doğru giderek ilk nedene ulaşılabilmenin imkanını elde edebiliyoruz.
Öte yandan bakıldığında dünya tarihinin evrensel nedeni olan akıl ile tarihi meydana getiren insanların bireysel arzuları ve gereksinimleri arasındaki çelişki ise Hegel açısından bir anlam ifade etmez. Çünkü akış, insanların bilinçsiz davranışları ile değil aklın evrensel amacı yani kendini gerçekleştirme durumu ile ilerlemeye kesintisiz devam eder. Kişinin sözkonusu düzlemdeki yeri ise bu aklın bilincine erişmek için olabildiğince çaba göstermesinden başka bir şey değildir. Çünkü akış her halükârda kendini dayatmaya devam eder.
Hegel’in tarih felsefesini oluşturan ana unsurlardan bir diğeri ise ilerleme düşüncesidir. Döngüsel ve ilerlemeci tarih yaklaşımları tarihin en canlı tartışma konularındandır. Bu hususta herhangi bir kanıya varmak ancak ideolojik ve politik yaklaşımların benimsenmesiyle mümkündür. Çünkü ilerlemeye ya da döngüselliğe anlam yüklemeden tarihle olan ilişkisine dair çıkarımda bulunamayız. Bulunsak bile tutarlı bir temellendirme yapmış olmayız.
Hegel bu konuda doğanın döngüsel ilerleyişinden yola çıkarak güneşin altında yeni bir şey olmadığını ileri sürer ve doğanın hareketlerindeki mekanik duruma işaret ederek tinin güneşini ortaya atar. Böylece insanın döngüselliğini reddeder. Çünkü insan, ruh ve akıl vasıtasıyla dinamik yapıdadır ve her an yeni bir oluş içindedir. Bundan dolayı döngünün dışında kalarak kendince ilerlemeci bir yol izler. Dolayısıyla tarih, doğayla ilişkilendiril-e-mez.
Tarih, doğanın döngüselliği içinde varlık kazanan saf aklın, insan tarafından keşfedilmesi ve özümsenmesidir. Keşif ise ilerlemeye işaret eder. Bu paradigmaya göre düşünüldüğünde, özellikle Darwinist teoriler çerçevesinde insan, durmaksızın ilerlemektedir. Fakat bu paradigmanın dışına çıkıldığında insan için bir gerileyişten dahi söz edebiliriz. Çünkü merkezinde Avrupa olan bir ideal vardır ve çevre bu noktaya doğru ilerlemek zorundadır. Bu apayrı bir mesele olduğundan yazının konusunu aşıyor. Buraya kadar anlatılanları özetlemek gerekirse, Hegel’in tarihe mantığı ve aklı dahil etmesiyle, tarih ilerlemeci düşüncenin uzantısı haline gelmiştir. Buradaki en problemli noktanın ilerlemenin farkında olmayan ve bunun için çaba gösteremeyen sıradan insan ve toplumların tarihsiz kaldığını iddia etmesidir diyebilirim.
İlerlemeci tarih düşüncesi, Hegel’in elinde, modern dünyaya katkısı olmayan toplumların mezarına dönüşmesi onun en büyük çelişkilerinden biridir. Çünkü onun akıl ve mantık bağlamında özenle işlediği tarih düşüncesinde parçadan bütüne gidilerek aklın bilincine varma gayesi vardır. Ancak bir anda modern Avrupa evrenselciliğinin merkeze alınarak tarihin sınırlarının daraltıldığı görülüyor. Hegel’in söz konusu “ilerlemeye” tartışılmaz katkılarına rağmen diğer toplumları yok sayması çelişki olarak değerlendirilebilir. Bu hususta İsmet Özel’in değerlendirmesi, Hegel’in politik olarak ürettiği ilerleme merkezli düşüncelerin karşısındadır: “Bir milletin sırtına yabancılar tarafından giydirilen bir elbise olarak tarih ilk bakışta gösterişli ve yakışmış görünse bile bir esaret, bir mahkûmiyet giysisidir. Buna mukabil bir milletin kendi varlığını kendinde bulmak için eliyle biçip, dikip giyindiği bir elbise olarak tarih beynelmilel sahada gösteriş yapmaya fazlaca müsait olmasa bile, o milletin özgürlüğünün güvencesidir. Gerçek tarihini benimsemiş bir millet Hegel’in anladığı tarzda tarihin hükmü yüzünden esarete düşse bile varlığını korudukça kurtuluş yolunu açık tutmuş olacaktır.” Bu ifadedeki tarih kavramına isterseniz olayların gerçekliği olarak da bakabilirsiniz, bizatihi tarih tasavvurunun kendisi olarak da…
Zaten bu tür konulardan arı duru felsefi bir soruşturma/tartışma gibi bahsetmemiz safdilliktir. Çünkü ne Hegel ne Kant ne de Collingwood tarih felsefelerini ortaya koyarken böyle bir amaç gözetmiştir. Aidiyet duydukları toplum ve devletin, mensubu oldukları anlam-değer dünyasının merkezî konumunu politik mecburiyetler nedeniyle tahkim etmenin yollarını da aramışlardır. Tarih felsefesi bu iş için en kullanışlı araçlardandır. Nitekim bütüncül bakıldığında, yürüdüğümüz yolların aklın evrenselliği yerine Avrupa evrenselciliğine çıkması tesadüf değildir. Kamuran Gökdağ’ın aktaracağım eleştirisi de Hegel’in bu çelişkisine -açıkçası çelişki yerine manipülasyon demek daha anlaşılır gözüküyor- işaret eder. Gökdağ, Hegel’in Eski Ahit’i eleştirme biçimine dikkat çekerek, Eski Ahit’te bir yanda lanetlenen, diğer yanda ise giderek arınan veya kutsallaşan insan gruplarının varlığını eleştiren Hegel’in de ironik bir şekilde, kendi tarih felsefesinde benzer ayrımları ürettiğini ortaya koyar. Gökdağ, Hegel’in rasyonelleştirme ve evrenselleştirme çabalarını daha radikal bir mitoloji oluşturmak olarak görür. Bu değerlendirmelerin daha iyi anlaşılabilmesinin anahtarı Hegel’in yaşadığı dönemin politik şartlarında gizlidir.
Toparlayacak olursak, Hegel’in tarih felsefesini, insanlık tarihini kavramak için kendi içinde anlamlı ve yenilikçi bir perspektif olarak kabul edebiliriz. Onun düşüncesinin merkezindeki diyalektik süreçten, aklın özgürlüğündeki ilerleyici yapıcıdan ve tarihin mantıksal örgüsünden yola çıkarak bazı meseleleri halledebiliriz. Nihayetinde Hegel, tarihin kaotik, tesadüfî ve belirsiz bir olaylar dizisinden ibaret olmadığını, aksine mantıklı ve belirli bir amaca yönelik bir süreç olduğunu savunarak, tarih ile metafiziği harmanlamıştır. Bu da işe renkli bir boyut katmıştır. Öbür taraftan modern tarih felsefesi üzerinde etkili olduğu kadar Avrupa evrenselciliğinde de kilit bir rol oynamıştır.
Yazının girişindeki alıntıyla ilişkili olarak cevaplandırılması gereken bir soru var: Augustinus’un tanrısıyla Hegel’in tanrısı aynı mıdır? Yoksa birisi mutlak sevgi ve merhamet kaynağıyken, diğeri diyalektik süreçlerle uğraşıp insanlığı bir tez-antitez sentezinde boğmakla mı meşgul? Ya da ikisi aynı varlık mı yoksa biri gökyüzünden bakarken diğeri felsefe derslerinde sıkça adı geçen metafizik kuklacılardan biri mi? Onu da siz söyleyin.
İbrahim Orhun Kaplan