Hazar Denizinin Batısında Doğan Güneş

Dilden Önce Din ve İl

Yazının başlığı Anadolu’yu işaret ediyor. Anadolu (Anatolia) gündoğumu, güneşin doğduğu yer anlamında bir isimdir. Oğuz lehçesine dayanan Türkçenin ilk yazılı verimleri Anadolu’da, 13. asrın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Göktürk, Uygur ve Karahanlı metinlerine göre Oğuz lehçesinin yazılı kaynakları geç bir döneme tarihlenir. Divanu Lügati’t-Türk’teki bilgilerden Oğuzların güçlü bir şifahi kültürü olduğunu anlayabiliyoruz. Fakat bu kültür yazıya geçirilmemiş. Bunun iki nedeni vardır: Din meselesi ve il (vatan) meselesi. Bu iki mesele varlık/bekâ endişesine yol açıyordu, Oğuzların varlığını devam ettirebilmesi bu meselelerin çözümüne bağlıydı. Kılıç tutmaktan kalem tutmaya fırsat bulunamıyordu. Dolayısıyla Oğuzlar bu endişeyi gidermeden öz dilleriyle eser meydana getiremediler. Oğuz lehçesi günlük hayatın idamesine yarayan bir iletişim dilinden ibaret kaldı. İslâm’ın kabulü ve devamında Anadolu’nun vatan kılınması bu durumun değişmesi açısından son derece ehemmiyetlidir. Din ve il meselesi göz ardı edilirse Türkçe ve Türk edebiyatının serüveni anlaşılamaz. Çünkü bizim edebiyatımız dini, yeri-yurdu olmayan bir edebiyat değildir. Aksine dilimiz ve edebiyatımız, dinimizden ve üzerinde yaşadığımız vatandan neşet etmiştir.

Kısaca Oğuzların hayat tarzından bahsetmekte fayda var. Oğuzlar yılı iki döneme ayırarak yaşayan bir topluluk. Bahar ve yaz aylarını yaylakta, güz ve kış aylarını kışlakta geçirirler. Genelde hayvancılık yaptıkları için sürülerini otlatabilecekleri meralara ihtiyaç duyarlar. Bugün de bu minval üzere yaşayan Oğuzlar (Yörükler) mevcuttur. İşte Oğuzların bu düzeni sürdürebildikleri Oğuz Yabguluğu (750-1055) adıyla bilinen bir devletleri vardı; Hazar Kağanlığına (651-1048) bağlı olarak varlığını sürdürüyordu. 10. asrın sonuna doğru çözülme sürecine giren Oğuz Yabguluğu yaklaşık üç asır boyunca Oğuzların birliğini tesis etmiş, bu hayat tarzına göre teşkilatlanmış bir devletti. Bu devletin zayıflayıp yıkılmasından sonra Oğuzlar Horasan, İran, Azerbaycan ve Anadolu gibi bölgelere doğru yoğun bir göçe başlamışlardı. Devletin zayıflayıp yıkılmasında fitili ateşleyenlerden birisi de Selçuklu Devletine adını veren Selçuk Bey’dir.

Din Meselesi ve Selçuklular

Oğuz Yabguluğunda ordu komutanı (subaşı) olarak görev yapan Selçuk Bey, kalabalık maiyeti ve çok sayıda hayvan sürüsüyle birlikte 10. asrın ikinci yarısında Oğuz yabgusunun kışlık merkezi Yenikent’ten ayrılarak Cend şehrine gitti. Selçuk Bey, Cend’de birlikte yaşamak zorunda oldukları Müslümanların dinini ve âdetlerini benimsemedikleri takdirde tecrit edilmiş küçük bir topluluk olarak kalacaklarını yanındakilere anlattı ve Müslüman olmaya karar verdiğini açıkladı. Daha sonra Zendek ve Buhara’nın idarecilerine elçi yollayıp kendilerine Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretecek âlimler gönderilmesini istedi. Onların çeşitli hediyelerle birlikte yolladığı hocalar sayesinde İslâmiyet Selçuk’a bağlı Oğuzlar arasında hızla yayılmaya başladı. Selçuk, Müslüman olduktan sonra Oğuz Yabgu Devleti ve gayrimüslim Türk boylarıyla irtibatını kesti ve onlara karşı sürdürülen cihad harekâtına katıldı. Kısa zamanda Selçuk Bey kendi beyliğini kurdu; torunları Çağrı ve Tuğrul Beyler zamanında ise bu beylik devlete dönüştürüldü. Selçuklu Devleti, İran coğrafyasına hâkim bir devlet olarak Farisilerin köklü devlet geleneğinden istifade etti. Devletin resmî dili Farsça idi. Oğuzlar Arapçayı ilim, Farsçayı edebiyat dili olarak benimsedi, o zamanın şartları gereği kendi dillerini işlemeye gerek duymadılar. Bunların yanında Bâtınî ve Rafızî tehlikeye karşı Nizamiye Medreselerini kurdular. Bilhassa İmam Gazzâlî hazretleri vesilesiyle bidat ehli sindirildi, Sünni akide ihyâ edildi. Yani Selçuklular yalnızca kendileri açısından din meselesini çözüme kavuşturmakla kalmadılar; Müslümanların meselelerine çözüm bulunmasına da ciddi katkı sağladılar.

İl Meselesi ve 1. Beylikler Dönemi

Din meselesi çözüme kavuşturulduktan sonra, sıra Hazar Denizinin doğusunda dağınık hâlde bulunan Oğuzların il meselesini halletmeye geldi. Selçuk Bey’in torunu Çağrı Bey, 1000’li yılların ilk yarısında Anadolu’ya keşif harekâtına başlamış, buranın Oğuzlar için yurt olmaya elverişli bir yer olduğunu müşahede etmişti. Oğlu Alparslan’ın Malazgirt Zaferiyle birlikte Anadolu Oğuzların yeni istikameti olarak belirdi ve 1. Beylikler dönemi başladı. 1072 yılında Saltuklular ve Mengücüklüler, 1077 yılında Anadolu Selçukluları, 1080 yılında Danişmendliler’in temelleri atıldı. Daha sonra bu beylikler Anadolu Selçuklu Devletinin çatısı altında toplandılar ve il meselesini çözüme kavuşturdular. Azınlık olarak bulundukları bu topraklarda gaza ve cihad ruhunu diri tuttular ve Anadolu’nun İslâm diyarı kılınmasında büyük bir mücadele verdiler. Fakat bunlar da dil meselesini çözüme kavuşturamadı. Hatta o dönemde Türkçe küçümsenen, horlanan bir dildi. Şu iki darbımesel o zamandan kalmadır: “Türklerin yırı, tırıdır tırı.” Türklerin sözü, şiiri, türküsü değersiz lakırdılardan ibarettir, kulak asılmaz. “Türkün köpeği şehre vardukta Farsice havlar.” Türk eğer şehirde işlerini halletmek istiyorsa Farsça bilmek mecburiyetindedir; hatta onun köpeği bile Farsça havlamalıdır ki önüne bir kemik atan olsun. Bu darbımeseller Türkçenin şehirde, yani devlet nezdinde muteber kabul edilmediğini gösterir. İleride Âşık Paşa bu durumu “Türk diline kimesne bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi” diyerek ifade edecektir.

Dil Meselesi ve 2. Beylikler Dönemi

Oğuzlar din ve il meselesini aştıktan sonra varlık/bekâ endişesinden kurtulmuş oldu. Artık varlık endişesi yerini varlık iddiasına bıraktı; üstelik Moğollara rağmen. Moğolların baskısıyla Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayıp yıkılmaya yüz tutunca, bu otorite boşluğunda bir kısım Oğuz beyleri kendi beyliklerini ilan ettiler. Karamanoğulları, Osmanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Candaroğulları, Germiyanoğulları ve diğerleri. Bunların her biri Anadolu’nun İslâm diyarı kılınmasında ciddi emek sarf etmişlerdir. Gaza ve cihad bu beyliklerin de şiarıdır. Önceki beylikler Anadolu Selçuklu çatısı altında toplandığı gibi sonraki beylikler de ileride Osmanlı çatısı etrafında birleşecektir. Bu beyliklere hükmeden beyler Türkçe dışında dil bilmeyen, başlarda saray kültürüne yabancı olan fakat giderek saray kültürüne de âşina olmaya başlayan beylerdi. Bu yüzden hem halkın hem de kendilerinin anlayabileceği Türkçe eserlerin yazılmasını teşvik ettiler. Bir yandan da saray adabı muaşeretini anlatan Kâbusnâme gibi eserlerin Türkçeye çevrilmesini teşvik ederek kendi sarayları etrafında şairleri himaye etmeye başladılar. Germiyanoğulları bu konuda diğer beyliklere öncülük etmiş, zamanla bu rolü Osmanoğulları üstlenmiştir.

Bu iki dönemde ortaya çıkan Battalnâme, Danişmendnâme ve Saltıknâme Anadolu’yu fetih mücadelesinin destansı gaza anlatılarıdır. Birbirinin devamı niteliğinde olan bu destanlar o dönemin ruhunu yansıtırlar. Battalnâme ve Danişmendnâme Anadolu’da teşekkül eden edebiyatımızın ilk verimlerindendir; Saltıknâme 15. asırda yazıya aktarılmıştır. Bu dönemde dil meselesini halleden, Türk edebiyatının kurucusu diyebileceğimiz üç önemli isim vardır: Yunus Emre, Âşık Paşa ve Gülşehri.

 

Feyyaz Kandemir

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir