Gerçekliğin ne olduğuna dair birçok insanın bir fikri vardır. Yalın, görünür, aklımızı kurcalayan haliyle aslında çok da fazla izaha muhtaç görünmez durur. Kurgunun ne olduğuna ilişkin de belli başlıklar altında sıralanmış bazı tanımlarla karşılaşır ve biz de mutlaka kendimizce bir açıklama yaparız. Fakat ne var ki her iki kavram da birbiriyle açıklanmaya mecbur bırakılır. Eğer bu iki kavramı açıklamak durumundaysak; kurgu denince gerçek, gerçek deyince kurgunun yerini tespit edip söze öyle başlarız. Bu da asgari ölçekte bize bir fikir verirken her iki kavramın da uzağında laf gevelemeye başladığımızın farkına bile varamayız.
Bilgi felsefesiyle uğraşanlar şu temel soruyu sorar: “Bilginin kaynağı nedir?” Fakat bu soru çok genel bir alanı kapsar. Bu soruya yanıt vermek için önce bilginin ne olduğunu tespit etmek, niteliğini bilmek ve sonra da onun neye yaradığını anlamak gereklidir. Fakat biri de çıkıp şunu kolaylıkla söyleyebilir: “Bilgi, yararlarından bağımsız olarak, kendi içinde değerlidir.” Birçok filozof, insanın sahip olduğu bilginin en önemli niteliğini onun “logos” içermesine bağlar. Yani temel olarak bu kavram mantık, akıl, gerekçe, söz gibi kavramlarla ilişkilidir. Bunları niye söylüyorum durduk yere? Bir soru sorarız ve onu açıklamak için tek bir argümanın yeterli gelmeyeceğini biliriz. Fakat gene de “genelleme” üzerinden bir şeyleri aktarmayı seçeriz. Bu işin kolayı mıdır, yoksa zihnimiz bizi böyle mi yönlendiriyor? O da başka bir konu ve sorun.
Zıtlıkla Bağ Kurmak
Sözgelimi “Atom” sözcüğü bize neyin bilgisini verir? Günümüzün lisanıyla “Atom” parçalanabilmiş ve silah haline de getirilebilmiş büyük bir enerjidir. Bu bilginin yüzyıllar önce böyle olmadığını Yunanca “atomos” teriminin “bölünemez” anlamına geldiğini bildiğimiz vakit anlayabiliyoruz. “Atom” kavramının Eski Yunan’da daha çok metafizik anlamda temellendirilmeye çalışıldığını da söyleyelim. Demokritos diye bir adam var mesela. Atomu ikiye ayırıyor. Kavram olarak bölünemez olsa da. “Biri duyulara hitap eder, diğeri ancak akılla kavranabilir.” diyor. Peki, “O zaman buradaki bilgi değişti mi yoksa öncesinde doğru bir bilgi değil miydi?” gibi sorular ardından gene başka sorulara kapı aralarız. Bu böylece sürer gider. Yani kısacası şunu görürüz hep: Bir şeyi açıklayacakken ya kendisiyle ya da zıttıyla bir bağ kurup açıklama yolunu seçeriz.
“Gerçeklik nedir?” diye bir soruyla muhatap olduk diyelim. Felsefeciler bu soruya ontolojik bir sorun olarak yaklaşacaklardır. Eğer Platon’a danışacak olursak gerçekliği algılarımıza açılan doğada, temas ettiğimiz yeryüzünde değil de aşkın bir yerde aramalıyız. Bu tezin zıttı, görünen dünya yahut eşyanın maddi yapısı olarak tanımlanabilir. Diyelim ki, pek çok insanın imreneceği, her yönüyle mükemmel, çekici bir yaşam sürmektesiniz. (çekici yaşam da ne ola?) Çevrenizdeki insanlar size değer veriyor ve saygınlığınız her geçen gün artıyor. Entelektüel bir birikiminiz de var. Millet sürekli size danışıyor; kitap tavsiyeleri, film tavsiyeleri, gezi tavsiyeleri filan da alıyor. Maddî ve manevî anlamda bir doyum yaşıyorsunuz. Böyle güzelce yaşar giderken “gerçeğin” hiç de böyle olmadığını öğreniveriyorsunuz. Meğer siz gerçek diye bildiğiniz hayatta değil de anlamaya mecbur bırakıldığınız yapay bir dünya içindeymişsiniz. İşin sonunda doğumunuzdan bu yana bir takım cihazlar aracılığıyla sistematik bir şekilde kandırılmakta olduğunuzu, aslında bir bedene sahip olmayan, laboratuvarda tutulan, elektronik dalgalar yardımıyla dünyada yaşadığını sanan bir beyninizin olduğunu anlıyorsunuz. Bu kurgu doğruysa “yaşamınız ve gerçekliğiniz” bütünüyle bir yalan üzerine kurulmuş olur. Size söz konusu bu kurgunun “gerçekten” doğru olup olmadığını bilme şansı verilmiş olsun. Eğer dilerseniz, yaşadığınızı sandığınız dünyanın gerçek mi yoksa kurgu mu olduğunu ve aslında bedensiz bir beyin olup olmadığınızı kesin bir şekilde öğrenme olanağınız da olsun. Böylesi bir karar zor bir karar olacaktır. Eğer “iddianın” yani yapaylığın içinde olduğunuzun bilgisini öğrendiğiniz anın “gerçekliğini” öğrenmekten vazgeçerseniz, hayatınız her zamanki gibi keyif içinde geçmeye devam edecek. Fakat gerçeği öğrenme kararı verirseniz, hayatınızda sahip olduğunuzu düşündüğünüz her şeyi kaybedeceksiniz. Böyle bir durumda birçoğumuz her ne olursa olsun bu olayın doğruluğunu öğrenmeyi seçerdik. Çünkü gerçeği bilmek isterdik. Gerçeklik dediğimiz şey bildikten sonra bizi etkisi altına alır. Kurgu ise içinde kalınan bir hâl olup ne gerçekliğin bir yansımasıdır ne de onun bir alternatifidir. Kurgu sadece oluşun ve gerçekliğin tedirginliğinden uzak, bizi kontrol eden, dikkat çekici bir güçtür.
Mağara Alegorisi
Bir de şu açıdan bakalım bu varsayıma: Öğrenmenin bizde yaratabileceği olası psikolojik yıkıma rağmen, gerçeklikten tamamen kopma düşüncesi çoğumuzu tedirgin eder. Yapay yahut yalan bir dünyanın sunduğu zevkler ve mutluluklar ne getirirse getirsin, sürekli kandırılma hâlinde yaşamaktansa, gerçekliğin ve hakiki dünyanın kendisini bilmek isteriz. Kurguyu asla bilmek istemeyiz ne var ki, o hep vardır. Ortaya çıkarmaya gerek yoktur. Sürekli zihnimizdedir. Gündelik hayatta zihnimizde kalabalık eden ne kadar gereksiz “şey” varsa hep kurgulanmış olanın ürünüdür. Felsefe tarihinin en meşhur benzetmelerinden biri olan Mağara Alegorisi’ne bir bakalım. Devlet’in yedinci kitabında geçen bu mitosta, yeraltında bulunan bir mağaradan söz edilmektedir. Bu mağarada insanlar başlarını sağa sola ya da geriye oynatamayacak şekilde zincirlemişlerdir. Arkalarında yanmakta olan bir ateş, ateşin önünden ise ellerinde farklı biçimlerde cisimler taşıyan insanlar geçmektedir. Mağaradakiler, sadece duvara yansıyanları görmekte oldukları için, tüm gerçekliği, duvara yansıyan gölgelerden ibaret sanırlar. Oysa zincirleri bir kez çözüldüğünde önce arkalarındaki ateşi, sonra da mağaranın dışındaki pırıl pırıl güneşi görecek ve gerçekliğin kendisiyle temas kurmuş olacaklardır. (Devlet, 514a – 517d)
Kurgu ve Gerçeklik
Platon’un, gerçekliği, görünmeyen, uzak bir yerde araması eşyanın maddî yapısının neye karşılık geldiği sorununu kendi içinde doğururken; görünen dünya sadece bir yanılsamadır teziyle bir parça anlaşılmış olur. Peki, kurgu dediğimiz şey görünen dünya ile ne kadar ilişkilidir? Kurgu, yalın anlamıyla gösterilmek isteneni, yapılmak isteneni bazı araçlar yoluyla insana indirgeyebilir mi? İnsan görmek istediği “şey”in kurbanı olarak yaşayan bir deli mi yoksa? Günümüzün anlayışına danışırsak şunu anlayabiliriz: Kurgu, “gerçekliği” anlatmaya yarayan bir yoldur. Kurgunun hiç yoktan ortaya konması mümkün görünmez. Bu yüzden onu var eden gerçekliğe borçludur. Kendinden bir şey ortaya koyamaz mı? Koyamaz. Peki, muhayyel olan nedir? Şimdi onu karıştırma. O başka bir mevzu. Sözgelimi “gerçeklik” dediğimiz şey başka “hakikat” başka; “kurgu” başka bir şey, “muhayyel” başka. Tüm bu kavramların yerlerini ayrı ayrı tespit etmek lâzım.
Kurgunun Gücü
“Kurgu denilen şey, sadece kendisidir.” demeye çalıştık ya hani, işte bu kendisi olma hâli tekinsizliği perçinleyen bir olay. Oysa gerçek diye bilinen “gerçek” ayan beyan önümüze konulmuştur. Sistematik bir biçimde yönümüzü tayin eden asıl gerçeklik bizim için oluşturulmuş “kurgular” mı? Bu sorunun yanıtını bulmak için ne yapmalıyız bilmiyorum. Ayrıca bu soruya yanıt bulmalı mıyız, onu da. Kurgunun etkileyiciliği, sahiliği ve gücü, onun henüz gerçekleşmiş olmamasında yatıyor biraz da. Gerçekleşmiş olmasa da “gerçekliğin gizemli yüzü” olarak etki altında bırakıyor muhatabını. Kurgu, gerçekliğin aksine bilmek istemeyeceğimiz bir mefhum. Sizi saran bir gücün daha dikkat çekici yanları kuşkusuz vardır. Bu güç yalnızca romanla, sinemayla, tiyatro ile dizginlenecek bir güç de değil gibi duruyor. Zaten bahsettiğim kavram “kurmaca” ile alakalı değil. Her birimiz, bir meseleyi anlatırken bile “gerçeklikten” asgari düzeyde yararlanırken, “kurmacadan” olabildiğince faydalanıyoruz. Bu, beynimizin çalışma prensibi mi? Bence hayır. Zihnimizin içinde milyon dolap dönüyor, aklımızdaki tilkilerin kuyruklarını toplasalar hesap yetmez. Eğer insan kavramlarla düşünen, diliyle akleden bir varlıksa bu söylenenlerin bir zemini oluşabilir. Yok eğer “Biz sadece gözümüzün gördüğüne bakarız ve temas ettiğimiz eşya gerçekliğe karşılık gelir, konu kapanır.” derseniz de sorun yok gibidir. Yalnız biri çıkar da o bildiğiniz eşyayı olduğundan farklı gösterir yahut anlatırsa siz de gözlerinizin değil de dilinizin tadıyla daha iyi görme ihtimallerini düşünmeye başlayabilirsiniz. Tasarlanmış olan bir olaya gerçekliğinden bağımsız olarak bakmak isteme eğilimi de bu hazzın daha geçerli olduğunu ispat eder. (Bu bahsi şöyle de formüle edebiliriz belki: Kavramlar = Dil = Kurgu / Madde = Şekil = Gerçeklik) Kavramlar, doğası gereği değişir ve değişirken değişmeyen gerçekliğin karşısında daha isabetli kroşeler atar. Hep bu yüzden daha dikkat çekici olmayı başarmıştır.
Mehmet Erikli
3 Yorum