Allah’a sığınırım. O ne güzel sığınaktır! Böyle bir şey der demez henüz okumaya başladığınız bu Cuma Mektubu’na problematik bir giriş yapmak zorunda kaldığımı fark ediverdim. Allah’a sığınmaktan bahseden bir adamın söylediklerine kulak vermeli midir? Doğrusu, bir kişi gerçekten Allah’a sığınmayı seçmişse ve artık seçtiği yerdeyse ne yaptığını dile getirmesine hiç gerek kalmamıştır. Üstelik, benim Allah’a sığınmam sizi, bir yazarın Allah’a sığınması okurlarını ilgilendirmeli midir? Acaba bizzat ben, yazısına Allah’a sığındığını söyleyerek başlayan bir adamın yazısını okumaya devam eder miydim? Bu adam eğer her yazdığını okumaya can attığım biri değilse kesinlikle etmezdim. Sorardım: Kulluğunu yerine getiren insan yaptığını ikrardan bir fayda mı umuyor? Ve derdim: Rabb ile abd arasında olan bitenin ikrar edilmesini gerektiren hususi şartlar olmalı. Bir kişinin Allah’a kulluk etmesi gerektiğini, Allah’ın bir başka kulu o kişiye tembih etmişse ve bir kul diğerine ne yaptığına dair bir lâyiha sunuyorsa mesele anlaşılır. Gel gelelim okuyucularımdan herhangi birinin bana gâvurun dostundan modernin postundan Allah’a sığınmam gerektiği yolunda bir tavsiyesi olduğu vâki değil. Değilse yazımın başına Allah’a ibaresi kondurmakla bazı okuyucularıma şirin görünmeyi mi deniyorum acaba? Bu mümkün ve fakat hayli delidir. Kafası gerektiği kadar çalışan bir yazarın böyle yapması kendi aleyhinedir. İşin içinde alaturka eğitimli okuyucunun gönlünü okşayayım derken; alafranga okurların dudak büküşüyle karşılaşmak var. Hatta götürdüğünün getirdiğinden fazla olduğu, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olunabileceği söylenebilir. Ne de olsa alafranga okuyucuların tafrası şimdiye kadar alaturka okurlara baskın çıkabildi.
Bu mektubumun başlığındaki kelime oyunu belki çok zekice değil; yine de bir şapşallığı yansıtacak kadar harc-ı âlem olduğu söylenemez. Şapşalca olmadığı ve insana usanç vermediği sürece kelime oyunlarından fayda umduğum bir gerçek. Bu bağlamda post-modernin modern post olarak algılanmasında bir beis görmüyorum. Aslına bakarsanız karşıma ilk çıktığından beri şu post-modern denilen şeyden rahatsızlık duydum. Bahanesi post-modernlik olan her ne olduysa entelektüel ahlâk bakımından hiçbir zaman benim nezdimde iyi bir yer işgal edemedi. Zira nezdimde post-modernin işgal ettiği yer, tıpkı post-yapısalcınınki gibi Batı’nın kültürlü çevrelerin de kendini üste çıkarma gayretiyle benimsenmiş bir “tavşana kaç, tazıya tut” tavrını yansıtır. Buna mukabil, gerek modernin ve gerekse yapısalcının açtıkları alanlarda kendileriyle bağ kurmayı özendirecek derecede entelektüel dürüstlük barındırdıkları inkâr edilemez. Şimdi aklınıza modemlerle post-modernler arasındaki dalaşta benim modernliğe daha çok prim verdiğim fikri takılabilir. Hâlbuki hiç öyle değil. İleride bu bahse döneceğiz. Okumakta olduğunuz Cuma Mektubu’nun baş konusunu modernliğin başına gelenler teşkil ediyor zaten. Öyleyse vakit kaybetmeden başlıktaki diğer ibareye kendini takdim etme fırsatı tanıyalım. Gâvurun dostu derken neyi kastediyoruz? Bu sualin içinden çıkmanın hayli zor olduğunu itiraf ederim. Tehlike arz edenler kendisi gâvur olmadığı hâlde gâvura dost olanlar mıdır; yoksa asıl sakınılması gerekenler gâvur oldukları halde gâvur olmayanlara dostluk gösterenler midir? Gâvur dostu dost gâvurdan ayrılsa ne? Ayrılmasa ne?
Batı âleminin küllî bir meselesiyle yüz yüzeyiz: Kıyamet. Gün gelecek, kıyamet kopacak ve hepimiz kendimizi Büyük Mahkeme karşısında sorgulanıyor bulacağız. Vücudumuzdaki her bir âzânın istintaka sorgulayıcı olarak katıldığı Büyük Mahkeme! Batı âlemi sahip olduğu hesaba çekilme duygusunun yedeğinde kendi tarihini keşfetti. Batı âlemi dediğimiz zaman İbrâhimî gelenekle müşekkel âlemi kastediyoruz. Hayatiyetini Akdeniz havzasında doğan, başlangıcı arkaik çağa uzatabildiğimiz kültüre, bu kültürün yazılı dile yansımış akıl düzenine, bu akıl düzeninin kaçınılmaz kıldığı uzlaşma ve çatışmalara borçlu olan bir âlemden söz ediyoruz. Kıyamet bahsinde ilk öğrenmemiz gereken husus arkaik çağlardan yaşadığımız günlere kadar Hint ve Çin tarafından temsil edilen “Doğu”nun gerek kültür özellikleri ve gerekse akıl düzeni sebebiyle “Batı” ile eklemlenemez durumda olduğu ve şimdiye kadar herhangi bir Batı-Doğu yakınlaşması gerçekleşseydi bunun, ancak iki kutuptan birinin kendine kıymasıyla mümkün olabildiğidir. Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar arasında cereyan eden olayların hiçbiri Doğu-Batı münasebetine müteallik isimler almaya lâyık değildir. Zira bunların her biri Batı’nın oluşmasında vazgeçilmeyecek derecede aslî unsur durumundadır, her üçünün kültür kökleri müşterektir, her üçü de haklılıklarını ortaya koymak için aynı akıl düzenine göndermede bulunurlar.
Biz Müslümanların ve bilhassa biz Türklerin de yer aldıkları Batı âlemi üç bölükten meydana gelmiştir: 1) Kendilerine nimet verilenler, 2) Gazaba uğrayanlar, 3) Yollarını sapıtanlar. Tarih modern çağlarda gazaba uğrayanlarla yolunu sapıtanların aralarında birleşerek Hakkın nimetlerine kavuşanlara cephe aldıklarını gösterdi. Beri yandan aynı tarih kendilerine nimet verilenlerin diğer ikisine kusur isnat edilebilecek bir olgunluğa erişmelerinin vesilesi oldu. İslâm kültürü kendilerine nimet verilenlerin Müslümanlar, gazaba uğrayanların Yahudiler, yollarını sapıtanların ise Hıristiyanlar olarak birer kategori içine yerleştirilmesi önerisiyle bir bedene kavuşabilmiştir. Modernlik, modernizm bu kategori içine yerleştirme önerisinin reddi, inkârı yönünde bir çabadır. İnkârın inkârına verilen isim ise post-modernizm yaftasını taşır. Modern olan kendine aslî tutum olarak yeni değerler keşfetmek, keşif imkânı tükendiyse yeni değerler icat etmek gayretiyle eski değerlerin terkini öngörmeyi yakıştırdı. Post-modern olan yeni değerler uğruna zahmete girmenin nafile olduğu görüşünde. Çünkü post-modern açısından bakılınca yakışıksızlık da insana yakışıyor.
Modern yaklaşım 16. yüzyılı takip eden zaman boyunca nerede Kiliseye ve Haham Kültürüne zıt gittiyse orada Müslüman bakış açısından destek buldu. Buna mukabil, modern yaklaşım Karşı-Aydınlanma adı verilen çıkışı bünyesine kabul ettiği oranda Müslüman bakış açısına bigâne kalamayacağını kabullenmek zorunda kaldı. Modernlikle Müslümanlık arasındaki bu etkileşim postmodern duruşta hiç hesaba katılmaz. Bu ise sinsice yürütülen bir İslâm aleyhtarlığıdır. Modernleşme ile Müslümanlık arasındaki etkileşim ciddiyetle göz önüne alındığı zaman Batı Medeniyetinin dilemması da belirginlik kazanır. Nedir çağdaş medeniyetin dilemması? Çıkış yolu İbranî- Hıristiyan-Grek-o-Romen esasların yüceltilmesinde mi aranacak, yoksa insanlığa verilen nimetin İslâmiyet olduğu kabul mü edilecek? Avrupa’nın ötekisi olarak kabul mü edilecek? Avrupa’nın ötekisi olarak Türk’ün anlaşılması dilemmanın günümüzde Amerikanlaşma karşısında Türkleşme dışında bir seçme kalmadığı tarzına büründüğünü gösteriyor. 2002 yılının Filistin’inde manzara açık-seçik: Bir yanda Amerikanlaşma varsa onun karşısında Türkleşmenin zarureti gözleri çatlatacak derecede belirgin. Amerikanlaşmasından şüphe edilmesin isteyenler Türkleşmeyi reddediyor. Türkleşmesinden şüphe edilmesin isteyenler Amerikanlaşmayı reddediyor. Tarih içinde hep böyle oldu. Modernlik İslâmiyet’e husumet duyulmasını âmir bir pozisyonda doğdu. Modernliğin kusurlarını su yüzüne çıkarma gayretiyle kendine yer açmayı deneyen post-modernlik İslâmiyet’in hasım sayılmayacak derecede itibarının aşındırılmasını âmir bir pozisyonda rahat edebiliyor. Post-moderne göre batılı olmayan her şey Batı’nın ötekisidir. Dolayısıyla modernliğe karşı çıkıyormuş gibi görünüp Batı’ya mahsus bir türdeşlik doğurma imkânı aramak post-modernliğin bir hilesi sayılmalıdır.
Modernliğin ufkunda hep inkılâp olageldi. Post-modern ufuk çizgisi çoğulcu demokrasi dolaylarından geçiyor. Oysa çoğulculuk çoğulcu olmamayı içine alacak kadar çoğulcu olamıyor. Ve demokrasi kendini ancak anti-demokratik tedbirler almak suretiyle koruyabiliyor. Modernlerin birbirini dışlasa bile insan davranışlarına yön vermesini istedikleri esasa müteallik çizgileri vardı. Karl Marks nefret ettiği, bütün gayretini onun tarihten silinmesine katkıda bulunmak için gösterdiği burjuvazinin gelmiş geçmiş en devrimci (dolayısıyla en olumlu) toplumsal sınıf olduğunu ileri sürüyordu. Toplumun İbranî-Hıristiyan-Grek-o-Romen evrim çizgisinden ötesine kapalı olması, modern yasalardan biriydi. Modern yasaları kahretme iddiasıyla ortaya fırlayan post-modern, İslâmiyet’in potansiyelini fark eder etmez modernliğe cephe alma maskesi altında Batı âleminin esasına müteallik çizgiye “İslâmiyet” çizgisine cephe aldı. Türklüğün İslâmiyet’le özdeşleştirilmesine karşı çıkanlar ya modernlik sebebiyle elde ettikleri rütbeden veya ona husumetle yer kazanmış post-modernlik sebebiyle alelacele kaptıkları sandalyeden mahrum bırakılacaklarından korkuyorlar.
Korkunun ecele faydası yok. Ufkunda inkılap olan modernlik devrimlerle yalama oldu. Fransız devrimi Fransız milletini önce çolaklaştırdı, sonra kötürüm bıraktı. Rus devrimi Rusların gelişip serpilme fırsatları köküne kibrit suyu döktü. İran devrimi Farsları âleme maskara etti. Faşist devrimden, Nasyonal Sosyalist devrimden hiç söz etmesek tedbirli davranmış oluruz. Ufkunda çoğulcu-demokrasi olan post-modern yaklaşımın şimdiden acziyle baş başa kaldığı görülüyor. Çoğulculuk ancak çoğulcu dengeyi bozulmaktan koruyacak hegemonik bir gücün güvencesi altında anlam taşıyabilir. Demek ki çoğulculuktan yana olmak nev’i zatına münhasır ne varsa onu kendini savunamaz duruma düşürmeye dönüktür. Demokrasi bütün idealleri öldürdükten, ortada yaşayan ideal bırakmadıktan sonra bir ideal hâline gelebilir. Demek ki demokrasiden yana olmak gününü gün etme çabasından başka bir şey değildir.
Gâvurları dost edinmiş olanlarla modernliği post hâline getirmiş olanlar dayanışma içindedirler. Edindikleri müttefikleri arasında dostluk görüntüsü arz eden gâvurlar ve post-modern yaklaşıma mal bulmuş mağribi gibi sarılanlar vardır. Kâffetten uykuları kaçıyor. Müslümanlığın Türklük olarak anlaşılması üzerine milletin önünde yeni, parlak bir eylem alanı açılacak diye hepsinin ödü patlıyor.
İsmet Özel