Mehmet Erikli, felsefe tarihi içerisinde güzel kavramının peşine düştü.
***
Sanat bilgi üretir mi? Ya da özel bir tür estetik algıdan söz edilebilir mi? Bu soruların birçok problemi işaret ettiğini anlamamız güçtür. Öyle ki bu iki sorunun düşündürdükleri arasından estetik algının neliğine dair bir çıkarım yapmamız da kolay değil. Eğer salt aklımıza gelen cevapları sıralarsak ulaşmak istediğimiz cevapların çok gerisinde, çıplak bir düzlemde ilerlediğimizi görürüz. Peki, nereden başlamalıyız? Burada bize ilk ivmelenmeyi sağlayacak şey estetiğin içinde yer alan bazı kavramsal sorunların ortaya çıkartılması olacaktır.
Aramaya “güzel” kavramından başlamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bilakis sanatın ve onun ürettiği estetik algının her şeyden çok “güzeli aramak” olduğunu varsayıyorum. Sanatı tüm kabullerin dışında tutup bir tür karşı zeminde, sözgelimi “çirkinin estetiğinde” ve onun omuz vererek üretilen algıyla kabul edenler pek tabiî ki “güzel” olandan hareketle cevaplar arayacak değiller.
Şimdi felsefe tarihi içerisinde güzelin nasıl ele alındığını, güzelin farklı farklı tanımlarını ve güzelin ilkelerinin belirlenip belirlenemeyeceğini araştırmak suretiyle cevaplarımızı netleştirmeye çalışacağız. Bilindiği gibi bu söz konusu kavram, çağlar boyu mitoslara, masallara, poetik tartışmalara, destanlara, kurmacalara konu olmuştur. Ama esasen insanı anlamak için kullanılan ve onun özünü resmeden işaretleri, içinde taşıyan bir gerçeklik olmuştur. İşte “güzel” olanın hakikatini bu gerçeklik içinde daha iyi kavrayabileceğimizi düşünüyorum.
Platon’un ortaya koyduğu felsefede aşama aşama bir güzel bedenin kavranışından, öz güzelliğin “Güzel İdea” sının kavranmasına olanak sağladığını görebiliyoruz. Öte yandan M.Ö 6. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı filozof Pythagoras, Platon’un yaptığına benzer bir biçimde güzel olanı kendi evren anlayışının bütünü içerisine yerleştirmiştir. Ona göre en güzel şey uyumdur. Pythagoras, evrenin müziği olduğunu kanıksamış ve onun melodisi olduğunun yadsınamaz bir biçimde tezahür ettiğini temellendirmiştir. Bu fikrini gökyüzündeki yıldızların, ayın, güneşin uyumla vals ederek dönerlerken birbirlerinin üstüne çıkmayan, uyumsuzluğu dışlayan bir ses çıkarttıklarını iddia ederek dile getirmiştir. İşte bu da ona göre güzel olandır. Estetik algısı da bu düzlem içinde biçimlenmiştir diyebiliriz. Peki, ispat edilmeye çalışılıp, iddia taşıyan bu “güzel” fikrinin ilkelerini sıralayabilecek miyiz? Yani bizi insanın, zamanın ve mekânın anlamına götüren bu kavram ne kadar netlik içindedir ya da bulanıksa onu berraklaştırmak ne ölçüde mümkündür gibi soruları ayrıca sormalıyız. Felsefî çıkarımları yapmanın en temel yollarından biridir soru sormak. Evet, bunu yapıyoruz çünkü bizi hakiki olanın bilgisine yakın tutuyor. Bu sebeple yazımın başlangıcını da iki soru cümlesi teşkil etti. Sorular, cevapları tam olarak bulunamasa da felsefe yapmanın sacayağıdır kuşkusuz. Bir biçimde güzelin ilkelerini sıralamak ve estetiği bu kavram üzerinden genişletmek istiyoruz fakat önümüze bir başka sorun çıkabiliyor. Öyle ya estetik unsurların çok farklı, hatta zıt deneyimler yaşatması, güzelin ilkelerinin bulunup bulunamayacağı problemini doğuruyor. Bu birçok filozofa göre böyle. Bu çıkarımı yapamayacak kadar felsefeyi öğreniyorum. İşte zaten böyle bir çıkarımı yaptıktan sonra cevap veren kişi olunabilir. Şimdi sadece sorular sorup altlarını mevcut, malum yaklaşımların üzerinden yorumlamaya fakat daha çok görmeye çalışıyorum. Bu zıt deneyimler meselesi ne şekilde açıklanmış bakalım. Buna ilişkin denir ki bir kimse bir nesnenin güzelliğinde deneyimlediği zevkin ortaya çıkmasında en önemli unsur olarak “düzen”i görürken başka bir nesnede “düzen” unsurunu zevk vermekten uzak, sıkıcı bulabilir. İşte böylelikle “karmaşıklık” bir nesnede güzel olabilirken bir diğerinde zevk vermeyen, bir şekilde algımızı da dağıtan, altüst bir şey olarak görünebilir. Bu açımlamaya iliştirebileceğimiz bir soru daha var. Bu durumda güzel olanın ilkelerini bulamıyorsak, güzel kavrayışımız sadece şahsî bir tepki meselesi olarak mı anlam kazanacaktır? Bu soruyu Kant üzerinden şöyle cevaplamak mümkündür.
Kant “güzel”i “hoş” olandan ayırır. Ona göre “hoş” duyusal bir öğedir ve nesnelere belirli bir ilgiyle ya da çıkarla yaklaşmamız sonucu oluşmaktadır. Oysaki güzelde bir çıkarsızlık vardır. Fikrimce algımızı tamamlayan estetik olarak bildiğimiz nesnenin bizce adlandırılması olabildiğince karmaşık bir düzlemde şekillenir. Kant’tan ilk olarak çıkartabileceğim budur. Güzel olanın Kant’a göre çıkarsız olması estetiğin bulanıklıkla açıklanıyor olmasını ve güzelin tek başına bilinemezliğini imliyor. Yani burada şahsî çıkar yaklaşımları “hoş”luğu ne oranda açıklıyorsa çıkarsızlık da bir o kadar aslında insanın zihnindeki “karmaşayı” görünür kılıyor. Buradan hareketle yapabileceğim yakıştırma şudur: Güzel olan asla tam olarak bilinemez.