14 Mart’ta “Demokrasinin Esprisi” başlığıyla, üç yazıdan oluşacak bir serinin ilkini neşretmiştim. Dürüst olmak gerekirse “Demokrasinin Esprisi”nden sonra tenkitçi yazıların da yayınlanacağını tahmin ediyordum. Buna rağmen “konuşmalar”ı oldukça yoğun bir dönemime denk getirerek aslında büyük bir takvim suçu işledim. Dolayısıyla Mehmet Raşit Küçükkürtül ve İbrahim Orhun Kaplan’ın yazılarını ele alacak başka metinler için çalışmaya yetecek bir mühlet rica ediyorum.
Şimdilik kaldığım yerden işe koyulayım. Bu yazıda her kulağa hoş gelen bir şeyden bahsedeceğim için, ilk yazının mevzûundan farklı olarak, ona karşı duran kimseye rastlamadığımı söylemeye dahi gerek yok. Elbette bir hukuk mefhumuna ihtiyaç duyduğumuz noktasında bir tartışma yok ama muhtaç olduğumuz bu hukukun “ne”liği ve görevleri bakımından çok farklı düşüncelerin olması muhtemel.
Hukuktan bahsedildiğinde, anayasalar parçası oldukları hukuk sistemlerinin en tepesinde yer alan normatif kurallar bütünü olarak ayrıca irdelenmeyi gerektiriyor. Zira anayasalar, bir ülkede cari olan hukuk sisteminin temel özelliklerini belirleyen metinler olarak kuşkusuz en önemli hukuk kurallarıdır. Nitekim bu bağlamda 1982 Anayasası kendini Başlangıç kısmındaki hitabıyla “demokrasiye aşık Türk evlatları”na emanet ederken; üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğunu da söylemiştir.
Anayasa’nın henüz başlangıç kısmında demokrasiden muhabbetle bahsetmesi elbette sebepsiz yere değil. Bu doğrudan anayasalara biçilmiş görev ile ilgili. Özelde anayasaların ve genelde hukukun iki temel görevi vardır: denetleme ve düzenleme.
Seçilenler, seçmenlerini ne pahasına olursa olsun memnun etmek istediklerinde veya bizzat kendi arzuları tehlikeli bir hal aldığında denetleme ihtiyacı ortaya çıkar. Siyasi ve ekonomik alandaki kayganlık ile insanların bazen birbirleri için kötülükler planlamaları dolayısıyla da düzenleme. Denetleme, gücün doğasıyla ilişkiliyken; düzenleme, istikrar, huzur ve güvenle ilişkilidir.
Önce denetleme boyutunu ele alalım. “Kanunların Ruhu Üzerine”de güçler ayrılığı ilkesini ortaya atan Montesquieu, “Güce sahip olan birinin bu gücü suiistimal ettiği daima gözlenmiştir… Bu yüzden gücün suiistimal edilmemesi için, işlerin düzenlenmesiyle gücün, gücü denetlemesi gerekir.” der[1]. Yargı organları bu maksatla gücün taksiminden pay almaktadır. Bu doğrultuda yargının en önemli görevi yürütmenin hukuka uygun hareket etmesini denetlerken; yasamanın da anayasaya uygun kanunlar çıkarmasını sağlamaktır.
Diğer bütün sosyal bilimlerden farklı olarak oldukça sıkı kuralları olan ve bu yönüyle de soğukkanlı bir bilim olan hukukun ortaya koyduğu düzenlemeler; akışkan ve yıkıcı olabilecek siyasî ve ekonomik hadiseleri yumuşatır. Bu sayede sahip olduğumuz şeylerin ve hakların, en başta da bizzat kendimizin bir gün siyasetin veya ekonominin gazabına uğramaması teminat altına alınır.
Türkiye bu tür kaygıları taşıyan bir anayasa ile ilkin 1961’de tanışmıştır. 1961 Anayasası, temel hak ve hürriyetleri ayrıntılı şekilde tanımlayarak yasamanın hareket alanını daraltmış ve böylece keyfiliğin önünü tıkamış; ilk defa Anayasa Mahkemesini düzenleyerek de anayasanın üstünlüğünü sağlayacak bir mekanizma öngörmüştür.[2] Teorik olarak bu tür düzenlemeler hepimizin (çoğunluk), birimize (azınlık) musallat olmasına mâni olmak içindir. Fakat Türkiye pratiğinde hukukun denetlemekle mükellef olduğu siyasetin dümen suyuna girmesiyle sıkça karşılaşılır olmuştur. İstiklal Mahkemeleri ve İzmir sûikasti davası, Yassıada yargılamaları ve 2008 Ak Parti kapatma davası akla ilk gelenler.
Ancak anayasanın ve Anayasa Mahkemesi’nin seçilenlerin birtakım oyunlarına engel olduğu örnekler de vardır. Hatırlamakta fayda var: Meclisin bir işgüzarlıkla Çevre Kanunu’nun, faaliyetleri çevre sorununa yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler için getirdiği ÇED Raporu alma yükümlülüğünden, maden arama faaliyetlerini istisna tutma girişimini Anayasa Mahkemesi iptal etmişti.[3] Demem o ki kötü tecrübelerin yanında iyi tecrübelerimiz de oldu. Türkiye’de siyasetin kesiştiği her alanın ayarını bozması; kesişim alanlarının lüzumsuzluğu sonucunu doğurmaz. Siyasetin ceberut yanını görmeyi gerekli kılar.
Anayasal bir düzen öngördüğü kurallar bütünü ile kurumlara özerk bir alan tanırken bireyleri de siyasi ve ekonomik depremlere karşı korur. Bunu devletin kurum ve kuruluşları arasında getirdiği “medeni iş bölümü” sayesinde yapar. Temel kurumların teşekkülünü kurallara bağlar ve onlara görevlerinin gereği olan yetkileri tanır. Başka bir ifadeyle hukuk, disiplinli bir toplum kurar. Herkesin neyi nasıl yapacağı belirlenmişken; krizlerin ve çıkmazların kolayca üstesinden gelinir. Bunun yakın zamanda örneklerini İngiltere, ABD ve Japonya’da gördük. Japonya’da 8 Temmuz 2022’deki sabık başbakan Abe Şinzo suikasti, İngiltere’de başbakanların art arda istifası ve ABD’deki Kongre baskını hadiselerine rağmen bu ülkeler müzmin kargaşalara düşmeden sorunlarının üstesinden geldiler.
Şimdi de düzenleme bahsine gelelim. Aslında “hukukun esprisi” de bu kısımla ilişkilidir ve “denetleme” boyutunun kurulduğu zemindir. Bence hukukun esprisi şudur: hukuk önce “haklar” demektir; yoksa yasaklar değil.
Şerh etmek gerekirse: toplumsal ilişkiler, genellikle doğal veya sosyal anlamda eşit olmayan taraflar arasında gerçekleşir. Bu asimetrik ilişkiler yumağında güçsüz olanın korunması acil bir ihtiyaçtır. İşçi-işveren, zengin-fakir, devlet-birey, çocuk-yetişkin, erkek-kadın, genç-yaşlı vs. terazinin zayıf tarafına destek olunmadığı zaman elde yarısından fazlası mutsuz bir toplum kalır. Doğal veya sosyal zayıflıkları giderilmiş taraflar, ancak bu halleriyle muhataplarıyla sağlıklı bir ilişki geliştirebilir. Hukuk bu noktada zayıflara tanınmış imkânlar bütünüdür.
Hukuk tarafından korunan zayıf bireyler, kendi ikilikleri içinde eşit bir hale gelir. “Düzenleme” görevini savsaklayan bir hukuk düzeni, “denetleme” vazifesini asla göremez. Çünkü güvencesiz bireylerin hukuksuzluk karşısında duyarsızlaşmaları kaçınılmazdır. Zira bizzat huzur ve güveni olmayan kimselerin, kendilerini toplumsal bir maceraya atlamalarını beklemek hayalciliktir.
Çiçeği burnunda bir stajyer avukat olarak bana, hukuk alanındaki zorluklar demokrasi sahasındakiler kadar çetin görünüyor. Yıllarca süren yargılamalar, “kadılık”[4] yap(a)mayan mahkemeler ve karmaşık kanunlar. Bir sabah uyandığınızda köyünüzdeki arsanız kamulaştırılmış olabilir veya trafik kurallarına uyarak seyrettiğiniz eve dönüş yolunda acemi bir şoför aracınıza çarpabilir. Fakat maalesef yolu adliyeden geçen her mağduriyetiniz için sabır taşı olsanız azdır…
Ferhat İnan
[1] Akt. Anthony Gottlieb, Aydınlanma Rüyası: Modern Felsefenin Yükselişi, trc.: Cansen Mavituna, (İstanbul: Vakıfbank Kültür Yay., 1. Baskı, 2021) s.72.
[2] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, (İstanbul: Yapı Kredi Yay., 21. Baskı, 2011), s.382 ve s.404.
[3] Anayasa Mahkemesi Kararı, 15.01.2009 tarih ve E: 2006/99, K: 2009/9. RG. 08.07.2009 tarih ve 27282 sayı.
[4] Burada hakimlerin mahallenin bir sakini olarak dava konusu olay ve taraflar ile organik bağlar kurabilmesini ve böylece daha isabetli kararlar verebilmesini kastediyorum.
DEMOKRASİ TARTIŞMALARI
Espritüel Konuşmalar I: Demokrasinin Esprisi – Ferhat İnan
ferhat inan’ın demokrasi yazısına dair bir değini – mehmet raşit küçükkürtül
Şüyûu Vukûundan Beter: Demokrasi – İbrahim Orhun Kaplan
4 Yorum