Düşünmenin “ne”liği meselesi üzerine kafa yoran Martin Heidegger, “Varlığın Hakikati sorusundan çıkarak düşünen düşünme”den bahseder. Ona göre düşünmenin asıl mahiyetine kavuşabilmesi için, düşünmenin temeline “Varlığın Hakikati” sorusu koyulmalıdır. Düşünmenin “Varlığın Hakikati” sorusu üzerine temellendirilmesi mevzusu mühimdir zira ancak bu noktadan yola çıkılarak “Varlığın Hakikati” üzerine düşünmekten uzaklaşılması durumunun vahameti apaçık bir biçimde görülebilir.
Düşünme yetisinin ve dolayısı ile “idrak” kabiliyetinin insana bahşedilmiş olmasının “öz”ünde yatan saik, insanı “varlığın hakikati” hakkında düşünmesidir. Yine -Heidegger’e göre- varlığın hakikati hakkında düşünmekten uzaklaşıldığı vakit düşünme sona ermiş demektir. Zira “Düşünmenin düşünme olmasını sağlayan şey bu unsurdur”. Dolayısı ile insanı insan yapan “düşünme”, insanı âlemin “öz”ü hakkında “düşün”meye iten “düşünme”dir. “Düşünme”, insanı âlemin hakikatini kavramaya yönlendirmiyor; onu salt “görünüşler” ile meşgul ediyor ise bu düşünme özünü yitirmiş demektir.
Düşünme tek, sade ve yoksul bir eylemdir. Zira o aslında sadece “Varlığın Hakikati” üzerine kafa yormaktadır. “Varlığın Hakikati” temelinde dallanıp budaklanması onun sadeliğine halel getirmez. Çünkü varmak istediği yer “tek”dir: “Varlığın Hakikati”
İlim, insanlığın “düşünme”si neticesinde gelişen, ilerleyen sistematik bilgiler topluluğuna işaret eder. İlim ile düşünme arasında bir bağ kurmaya çalışmak abes bir çaba olarak görülebilir. Zira elbette ilim düşünme ile meydana gelir. Durum bu iken, düşünmeyi Heidegger gibi kabul edip, -yani düşünmeyi varlığın hakikati hakkında düşünmek ile tehdit edip- diğer “eylem”leri düşünme dışına itersek çağımız ilmini düşünce yoksunu eylemeler olarak kabul etmek zorunda kalacağız demektir.
Ortega y Gasset 19. yüzyıl Avrupa teknikçiliğinin temelleri hakkında konuşurken “Bilim, gelişmek için uzmanlaşmayı talep etti” diyor. Çağımız bilimin uzmanlık alanlarına ayrılışı Avrupa “teknikçiliğinin” temeli ile alâkalı bir mevzuya götürür bizleri. Avrupa aydınlanma felsefesinin gayesi salt “şey”lerin araştırılması yolu ile ilerlemedir. Dolayısı ile Avrupa teknikçiliği, Aydınlanma felsefesinin sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan “versiyon”udur diyebiliriz. Durum böyle iken “Teknik”in daha fazla gelişmesi için uzmanlaşan ilim, Aydınlanmanın gayesi için ilerlemeyi kendisine amaç edinir. Avrupa teknikçiliğini kendine şiar edinen ilim uzmanlaşır. Fakat bu ilim “düşünür” mü?
Heidegger düşünmek ve muktedir olmak arasındaki bağı şöyle açıklıyor: “Düşünme kendi unsurundan uzaklaştığı zaman sona erer: Muktedir olmak… Muktedir olmak sadece şunu veya bunu başarmak değil, bir şeyin kendi çıktığı yerde, “özünde sürdürtmek”tir.” İnsanın muktedir yani “erk”li olmasını Heidegger insanın “öz”ünde sürdürülebilmesine bağlar. İnsanın “öz”ünün tekâmülü için düşünmesi lâzımdır. İnsan ancak bu sayede muktedirdir ve bu şekilde “gerçekten var”dır. Aydınlanma düşünürü Francis Bacon ise “erk ile bilgili olmak eş anlamlıdır” der. “Bilgi” bağlamında Bacon şunları da söylemektedir: “Bugün doğaya yalnız düşüncede hükmediyoruz ve onun boyunduruğu altındayız; oysa buluşlarımızda kendimizi doğanın ellerine bırakırsak ona uygulamada da hükmedebiliriz.” Bacon “doğa”yı tahakküm altına almayı bu nev’iden “erk”i bilgili olmak olarak addeder. Muktedir insan zihnini doğanın tahakkümüne yöneltmiş olandır; zihnini kendi “öz”üne yöneltmiş olan değil. Modern çağ ilminde Bacon düşüncesinin zaferi ile karşı karşıyayız.
İnsanın varlığın özü hakkında düşünmekten alıkoyan -az evvel Bacon’da da gördüğümüz gibi- Aydınlanmacı düşünmenin insanı “anlam veren güç” olarak varlığın temeline yerleştirilmesinde yatar. İnsanın varlığın hakikati hakkında düşünmesi yersizdir çünkü hakikati bina edecek olan bizzat insanın kendisidir. İnsan aklı en “yüce” olandır. Francis Bacon’un “erk ile bilgi eş anlamlıdır” cümlesini bu minvalde anlamlandırmak gerekir. Aydınlanma insana bilgiyi verirken ana -eş zamanlı olarak- “yüce”liği de vermiştir. İnsan aklının böyle bir övgüye mahzar oluşu onu “arayış”tan alıkoyar. “Varlığın hakikati” üzerine bir arayış ile haşır neşir olmamış insan aklı ise; dünyasını -elbette- salt mekanik bir bilgi üzerine bina edebilecektir. Dolayısı ile onun dünyası “anlamdan yoksun” bir dünyadır. “Arayış”ı tecrübe etmemiş bir aklın “anlam” vermeye çalıştığı dünyanın ilmi ise sadece kategorileme, metodlama ve dizgileme gibi iptidai “ilim kırıntıları” hakkında uzmanlaşma boyutunda kalacaktır.
İnsanın diğer canlılardan farkı “idrak” edebilme kudretini haiz olmasıdır diyoruz. Ve buraya şunu da eklemeliyiz ki insanın diğer canlılardan farklı yapan “biricik” kudrettir “idrak”. İnsanın kendini ve âlemi “idrak” ettikten sonra, bu idrak temelinde “düşünerek” tüm bir yaşamı geçirmesi ile diğer canlılardan ayrılır. Onun yaptığı “ilim” “idrak temelli düşünme”nin mütemmim cüzüdür. Ortega y Gasset “uzmanlaşmanın barbarlığı”ndan bahsederken şu cümleleri kurar: “Medeniyetimizin kökeni ve sembolü olan modern bilim, entelektüel olarak sıradan insanlar için bir yer bulmuş ve orada başarıyla çalışmalarını sağlamıştır. Bunun nedeni, yeni bilimin ve yönlendirilmiş medeniyetin aynı zamanda hem en ciddi tehlikesi hem de en büyük avantajı olan noktada ve de mekanikleşmede yatar. Fizikte ve biyolojide yapılması gereken pek çok şey beynin mekanik işleridir ki herkes bunu yapabilir.” Az evvel bahsettiğimiz o idrak temelli düşünme ile Gasset’in bahsettiği bu “herkesin yapabileceği beynin mekanik işleri” arasında sıkı bir bağ vardır. Çağımız insanının ve ilminin mekanikleşmesi nispetinde herkes bir şeyin “uzmanı”dır zira insan zihni sadece mekanik ilim arayışındadır ki insan zekâsı bunu herkes için mümkün kılar. Bu sebeple herkes potansiyel ilim adamı yani uzmandır. Fakat hiç kimse sadece insanda olan fakat diğer canlı varlıklarda olmayan “idrak”e ehil değildir. Ve devam eder Gasset: “Uzman kişi, evrendeki ufak yerini çok iyi bilir; geri kalanından da habersizdir.” Zira insan zihni salt bu evrendeki ufak yerin işleyişine hasredilmiştir. Bu yerin işleyişi hakkındaki bilgiden gayrısını arayacak “idrak” köreltilmiş, ilim ise bu bilgiden gayrısına kapatılmıştır. Müslüman âlimin tam da tersine… Âlim, -Hüseyin Nasr’ın deyişi ile- “tek katlı bilme tarzını bilmeye rıza göstermez çünkü bu takdirde daha yüksek bilgiyi elinden kaçırır.” İbn-i Sina’nın “hekim” oluşu, onun aynı zamanda mantık ilmi ile alakalı kitap neşretmesine engel olmamıştır. Zira İbn-i Sina’nın derdi modern zamanlardaki anlamda “mekanik” bir “uzman”laşma değildir. Onun derdi “varlığın hakikati” hakkında düşünüştür. Onun ilmi insan zihninin “biricik”liğinin göstergesi olan “idrak” edebilmenin tekemmüle ulaşabilmesi içindir. Oysa Gasset’in bahsettiği uzman kişinin mekanik uğraşısı; insan zihninin “idrak” edebilme kudretine ne denli kapalı kalabileceğini göstermektedir. Zira “uzman kişi”nin zihnini, kendi varlığını anlamlandırmak yerine, “eşya”yı “nasıl” kullanılacağının “teknik”i ilgilendirmektedir.
“Dünyada bilimin nüfuz etmediği hiçbir varlık yoktur fakat bilmin nüfuz ettiği şey “ varlık değildir.” diyordu Adorno/Horkeimer. İlmin nüfuz ettiği şey “varlık” değildir zira bilim salt “nesne”nin insanlar için en elverişli biçimde toplanması ve tasnif edilmesinden ibarettir. İlim “varlığın hakikati” hakkında düşünmeyi konusu dahi yapamaz çünkü âlemi “idrak” edecek insan zihni yine bizzat bu “ilim” tarafından “hakikat”i “idrak” edemeyecek bir vaziyete sokulmuştur. İnsan “varlık”ı anlamlandırmaya çalışır evet ve fakat, insan bu varlığın “hakikat”ini “idrak” etmeksizin onu kullanım değeri ölçüsünde anlamlandırır. Varlığın hakikatini idrak edemeyen insan ise -Heidegger gibi söyler isek- “düşünmez”, fakat sadece “uzman”laşır.
Feyza Yapıcı
3 Yorum