Destanlar bir milletin inanç, duygu, düşünce, hayal ve hedefleri doğrultusunda gelişir ve şekillenir. Ortak bir zihnin ve muhayyilenin mahsulü olmaları yanında ortak bir yaşantının izlerini taşıdıklarından, ait oldukları milletin tarihine dair önemli ipuçları sunar. Türk destanları inanç bakımından dinimiz İslâm’ın belirleyiciliği altındadır. Oğuz Kağan Destanı bile Oğuzların Müslüman olmasıyla dönüştürülmüş; Oğuz Kağan, tevhidi yaymak için mücadele eden cihangir bir kahraman hüviyetine büründürülmüştür. Oğuznâmeler’in bir parçası olan Dede Korkut Destanı da böyledir: Korkut Ata, destana göre, Resul aleyhisselam zamanında yaşayan, uzun yıllar (295 yıl) ömür süren, Oğuzların bütün müşküllerini halleden, keramet ehli bir kişidir. Orhan Şaik Gökyay’ın ifadesiyle “Dede Korkut Kitabı bir Müslüman ermişin kitabıdır ve her Müslüman bunu ilk okuyuşta kolayca anlayabilmektedir.” Anlaşıldığı kadarıyla eski Oğuzların hikâyelerini konu edinen ve şifahî olarak nesilden nesle aktarılan Dede Korkut Destanları, Oğuzların Anadolu’ya göç ederken hafızalarında sakladıkları bir destandır. İlk kez Oğuz Yabguluğu döneminde ortaya çıktığı ve Oğuzların kitleler halinde Müslüman olmasıyla muhtevasının bugünkü bildiğimiz şekle dönüştüğü söylenebilir. Kars ve Erzurum civarında hüküm süren Akkoyunlular devrinde yazıya geçirildiği ve destandaki hadiselerin bu coğrafyaya göre uyarlandığı tahmin edilmektedir. Dolayısıyla yaşanılan zaman ve zemin de destanların gelişip şekillenmesinde ciddi rol oynar.
Alp Tipinden Gazi-Veli Tipine
Türk destanlarında bir alp tipi vardır; bileği bükülmez, sırtı yere gelmez, hünerli, zeki, cesur… Oğuz Kağan bu tipin en ihtişamlı örneğidir. Cihanın neredeyse yarısını hâkimiyeti altına almıştır. Bu alp tipi yerini İslâm’ın kabulüyle birlikte gazi-veli tipine bırakmıştır. Bilhassa Hz. Ali Cenkleri ve Hamzanâmelerin Müslümanlar tarafından çok sevilmesi ve çokça anlatılması zamanla veli-gazi tipinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu iki büyük sahabinin (radıyallahu anhüm) kahramanlıkları gaza ve cihad ehli sonraki Müslümanlara ilhâm vermiş, manevi güç sağlamış ve emsal teşkil etmiştir. Evvela, Ebu Müslim Horasani ve Müseyyebnâme gibi destanlarda görülmeye başlayan bu gazi-veli tipi, Battal Gazi, Danişmend Gazi ve Saltık Gazi’de nihaî şeklini almıştır. Bunlar, hem kâfirlerle mücadeleyi esas alan küçük cihadı, hem de nefisle mücadeleyi esas alan büyük cihadı yerine getiren kahramanlardır. Kendi nefisleri için bir şey yapmaz, ganimetten bile pay almazlar. İhlaslarına zarar verecek işlerden uzak durarak sûfiler gibi müdanasız yaşarlar. Devlet idarecilerine karşı eğilip bükülmeden hak neyse onu söylerler. Dede Korkut bile aslında gazi olmasa da veli tipli bir kahramandır; diğer kahramanlar gibi savaş meydanlarında hüner göstermez fakat her meselenin hallinde yol gösterici bir rehberdir.
Destanlarımızdaki Peygamber ve Ehlibeyt Sevgisi
Destanlarımızda dikkati çeken bir diğer husus, Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) ve Ehlibeytine duyulan muhabbettir. Korkut Ata’nın, Hz. Resul (aleyhisselam) devrinde yaşamış biri gibi yansıtılmasından bahsettik; bunun yanında Dede Korkut’taki hemen her destan “Allah günahınızı adı görklü Muhammed Mustafa yüzü suyuna bağışlasın Han’ım Hey!” duasıyla son bulur. Battalnâme ve diğer destanlarda da her bölüm “Seyyid-i Kâinat Muhammed Mustafa’ya ver salavat” denilerek sonlandırılır. Battal Gazi’nin babasının adı Hüseyin, amcasının adı Hasan, dedesinin adı Ali’dir. Ehlibeytin hatırası isimlerle yoluyla yaşatılır ve ehlibeyt panoraması oluşturulur. Yine Danişmend Gazi ile Saltık Gazi seyyid ve şerif olarak ehlibeyte dayandırılırlar. Bununla birlikte bu üç destanda baştan sona Sünnilik hâkimdir. Kahramanlar en zor şartlar altında dahi namazlarını kılarken, dinin emrettiklerini yerine getirip nehyettiklerinden sakınırlar.
Destanlarımızda Anadolu
Anadolu, Oğuz Kağan Destanı’ndan beri Türk destanlarının temel coğrafyalarından biridir. Oğuznâme’de, Oğuz Kağan’ın Anadolu’ya sefer düzenlediği, İstanbul’a elçi yolladığı, buraları kendisine tâbi kıldığı ve vergiye bağladığı belirtilir. Dede Korkut’ta yer alan destanların büyük kısmı Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki Oğuzların, Trabzon Tekfuru ile mücadelesini konu edinir. Destan geleneğimizin son halkasını oluşturan Battalnâme, Danişmendnâme, Saltıknâme ve Umur Gazi Destanında ise Müslümanların Anadolu’yu yurt edinme maceraları anlatılmaktadır. Battalnâme Malatya başta olmak üzere Doğu Anadolu’dan Batı Anadolu’ya ve Bizans’a kadar uzanan bir coğrafyada geçer. Danişmendnâme’nin coğrafyası İç Anadolu ve Orta Karadeniz bölgesidir. Saltıknâme’nin coğrafyası Sinop’tan Balkanlara, Edirne’den Mekke ve Medine’ye kadar uzanan çok geniş bir alanı kuşatır. Umur Gazi Destanı, Adalar Denizi ve Trakya civarında Aydınoğulları Beyliğinin Umur Bey önderliğindeki gaza faaliyetlerini hikâye eder. Destanlarda bugün üzerinde yaşamış olduğumuz coğrafyanın resmedildiği görülür. Battalnâme, Danişmendnâme ve Saltıknâme’de İstanbul ve Ayasofya’ya çok sık atıf yapılır. Battal Gazi ve Saltık Gazi devamlı tebdil-i kıyafetle İstanbul’a ve Ayasofya’ya girip çıkarlar. Danişmend Gazi yoldaşı Sultan Turasan ve bir kısım gaziyi İstanbul’u fethetmek için gönderir; Sultan Turasan bu mücadele esnasında şehit düşer.
Destanlara göre Müslümanların gayesi Anadolu’yu fethederek İslam diyarı kılmaktır. Peygamber (aleyhissalatü vesselam), Hz. İlyas, Hz. Hızır ve bazı sahabeler Anadolu’yu fethetme mücadelesinin manevî önderleri şeklinde destanlarda yer alır ve olaylara müdahil olarak destan kahramanlarına rehberlik ederler. Danişmendnâme’de Artukî‘nin mahbubu olan Efromiya‘nın rüyasına giren Resul-u Ekrem (s.a.v) şöyle der: “Allah Teâlâ Artukî’yi sana helal kıldı, sizin elinizle Rum diyarı fethedilecek, Müslüman olacak.” Saltıknâme’de yine benzer söylemler vardır; bir yerde Saltık Gazi kâfirlere esir düşer, Hz. İlyas ve Hz. Hızır durumdan haberdar olur. Hızır, Müslüman bir cine vazife vererek Saltık Gazi’yi kurtarır ve Rum diyarının gaziler ocağı olacağını müjdeler. Peygamberlerin rüyalar vasıtasıyla destanlara dâhil edilmesiyle, hem Anadolu’nun fethine meşru bir zemin hazırlanır hem de Müslümanların mücadele azmi ve manevi gücü arttırılmak istenir.
Müslümanların Anadolu’yu fetih çabasına karşılık gayrimüslimlerin hedefi ise Diyar-ı Rum’u elde tutmak, Müslümanları Rum’dan çıkarmak, Kâbe’yi harap ederek İslâm’ı ve Müslümanları yok etmek şeklinde gösterilir. Battalnâme’de Kayser’in oğlundan Malatya Bey’ine gelen bir mektupta “Yedi yıllık haraç veresin ve dahı Halifeniz boğazına kefen dolayıp gele ve haraç getirip Kaysere bağlılığını bildire! Yok derseniz burdan tâ Kâbe kapısına değin varır, yakar, harab ederim.” yazar. Benzer şekilde Saltıknâme’de, Müslümanları yok etme ve Kâbe’ye yeniden put dikme söylemi görülür: “Frenk padişahı dokuz Rum beyi ile ittifak etti, asker topladı. Bir milyon Hıristiyan ve Nasranî yürüyüp Muhammedîleri ortadan kaldıracak. Bunca yıldır yaptıklarının intikamını alacaklar. Mekke’lerine tekrar putlar koyup dolduracaklar.” Bu anlatımlar göstermektedir ki, Müslümanlar için Diyar-ı Rum, gaziler ocağı olmanın yanında, Kâbe’nin güvenliğinin sağlandığı bir uç karakolu anlamını taşır. Anadolu’yu fethetmek yahut savunma hattını Anadolu’da kurmak, aynı zamanda düşmanın Kâbe’den uzak tutulması demektir. Abartılan asker sayıları aslında bu endişenin büyüklüğünü gösterebilmek içindir.
Hikâyenin Öznesi Yahut Nesnesi Olmak
Türklere ait bu gaza anlatılarının oluştuğu dönemde Yunanlılara ait Diegenes Akrites ve Ermenilere ait Sasonlu Tavit destanları da ortaya çıkmıştır. Bu durum, Anadolu’da yaşayan müslim ve gayrimüslim toplulukların, Anadolu’yu elde etme ve elde tutma mücadelesini, kendi açılarından anlamlı kılmak istemeleri şeklinde yorumlanabilir. Herkes kendi hikâyesini kendince anlatmıştır. Bununla birlikte ecdadımızın hikâye inşa etme konusunda gayrimüslimleri geride bıraktığını, Anadolu’yu destanlarla tapuladığını söyleyebiliriz. Gerçekten de yaşadığımız coğrafyanın vatan kılınmasında destanların, gaza hikâyelerinin, evliya menkıbelerinin ve peygamber kıssalarının payı büyüktür. Çünkü tarih sahnesine çıkmanın yahut orada kalmanın yolu bir büyük hikâye inşa edebilmekle mümkündür. Hikâyeler hayali, hedefi, iddiası olan insanlar için en mühim vasıtalardandır. İnsanları kendinize inandırmanın yolu, hikâyenize inandırmaktan geçer. Modern dönemde Batılılar kendilerini “Medeniyet Destanının Mucidi” olarak insanlığa takdim etmiştir. Amerikalılar “Amerikan Rüyası”ndan bahsederler. Niye? Mazide, hâlde ve istikbalde belirleyici olabilmek; tarihe, bugüne ve yarına yön verebilmek için. Biz de “Nizam-ı âlem, İlâ-yı kelimetullah” gibi söylemlerle ve bu söylemlerin altını dolduran eylemlerle asırlara damga vurmuştuk. İki asırdır yön veren değil, yön verilenler tarafında, münfail durumdayız. Tarihin faili olma istidadını yitirdik. Kendi hikâyemizin öznesi olamadığımız için başka hikâyelerin nesnesiyiz. Eğer yeniden bir hikâye kuracak, tarihe yön verecek, insanlığa söz söyleyeceksek, kendi kendimizi nasıl algılayıp nasıl yansıttığımızı ve neler yapıp ettiğimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Destanlar bu tür bilgileri edinebileceğimiz önemli kaynaklardır. Geçmiş dönemin ruhu tarih kitaplarından ziyade edebî metinlerle daha iyi kavranır. Dolayısıyla Anadolu’nun nasıl İslâm diyarı hâline getirildiğini merak edenler için bu destan ve gazavatnâmeler iyi bir başlangıç olacaktır. Ecdad yadigârı bu eserleri okumak, bastığımız toprakları tanımak hususunda da bize bilinç kazandıracaktır.
Feyyaz Kandemir