Peki siz ne iş yaparsınız? Bir kimyager misiniz?
– Daha çok bir fizikçi.
-Bu çok sıkıcı olmalı, gerçeği aramak… O gizleniyor ve siz onu aramaya devam ediyorsunuz. (…) Benim için durum biraz farklı. Gerçeği ararken gerçeği keşfedeceğime onun sürekli değiştiğini görüyorum. (…) Müzede sergilenen antik bir vazo düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu. Ama şimdi anlamlı deseni ve eşsiz biçimiyle evrensel hayranlığın bir simgesi… Ve birdenbire hiç de antik olmadığı, dalgacı birinin sadece eğlenmek için arkeologları kandırdığı anlaşılıyor. Tuhaf, görüldüğü gibi ona karşı hayranlık bitiyor. Şu uzmanlar…
(Stalker Filmi, 1979)
Üstünkörü incelendiğinde, sayısal bilimlerde ortaya çıkan yeni bir anlayışın sosyal bilimleri de doğrudan etkilediğini görülebilir. Sayısal bilimlerde ortaya çıkan yeni bir paradigma sosyal bilimlerde ortaya çıkacak bir paradigmayı önceden haber verir. Yani sosyal bilimler vagonunun lokomotifliğini sayısal bilimler yapar.
Avrupa’nın, ikinci dünya savaşı sonrası yaşadığı düşünsel bunalımı hatırlayalım. Quantum fiziği kapsamında yapılan çalışmaların artmasıyla pozitivist bilim geleneği büyük bir bunalıma girmiş, doğadaki olgular için her zaman ve her mekânda geçerli tek bir doğrunun olmadığı ortaya çıkmıştı. Örneğin aşağıdaki videoya konu olan deney yapılıncaya kadar her yerde ve her zaman ışığın yalnızca fotonlarla yayıldığı zannediliyordu. Ne zaman ki “Çift Yarık” deneyi yapıldı, ortaya ışığın belirli durum ve koşullar altında tıpkı ses gibi dalgalarla ilerleyebileceği ortaya çıktı. Yani tek bir olgu ama iki farklı gerçek. Üstelik kesinliğinden hiçbir şekilde kuşku duyulamayacak olan sayısal bilimlerde!
Sosyal bilimlerdeki pozitivist paradigmanın kırılışı da bu dönemin sonlarına rastlar. İnşacılık, Yapısalcılık, Post-Pozitivizm ve hatta Yapısökümcülük… Hemen hepsi quantum fiziğinin pozitivizm geleneği üzerinde açtığı yarıklardan ortaya çıkmış ve varlık sahalarını bu şekilde elde etmiş yaklaşımlardır.
Konumuz bu olmadığı için üzerinde çok durmadan tam da pozitivist geleneğin quantum fiziğiyle sarsıldığı dönemde yaşamış bir adama, Thomas Kuhn’a geçelim. Thomas Kuhn, bir fizik profesörü olmakla beraber savunduğu teori ile bugün sosyal bilimleri de yakından etkileyecek bir anlayışın ortaya çıkmasına vesile oldu. “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabını “Bilim Nasıl İlerler?” sorusu üzerine kuran Kuhn, bilimsel ilerlemenin zannedildiği üzere bir birikim neticesinde gerçekleşmediğini, aksine bilim geleneğinin büyük kesinti ve kopmalara şahitlik ettiğini öne sürüyor. Söz konusu kesinti ve kopmaların sebebi ise yaşanan paradigma değişimleridir.
Kuhn’un paradigma ile kastettiği en genel ifadeyle bir bilim topluluğu tarafından kabul edilen algı ve anlayış biçimlerinin bütünüdür. Paradigmalar, ilgili bilim topluluklarına, üzerinde uzlaşılmış bir araştırma geleneği sunmakla beraber bilimsel sorgulamaların temelini oluştururlar. Ayrıca paradigmalar, bilim topluluklarına olgular arasında bir önceliklendirme imkânı sunmaktadır, zira paradigmalar bir olgunun diğerleri arasından seçilmesine imkân tanır. Aksi haliyle ifade edelim: Paradigmaların mevcut olmadığı yerde tüm olgu ve olguları meydana getiren unsurlar eşit önemde kabul edileceği için bilimsel açıklamayı mümkün kılan olguların bir araya getirilmesi imkânı mevcut olmayacaktır. Bununla beraber bir bilim adamının alanında benimseyeceği ontoloji, epistemoloji ve terminolojiyi de paradigmalar şekillendirir. Bir örnek verekim: Bir Rus diplomatının gözünde uluslararası politikadaki aktörler yalnızca devletlerdir. Bu diplomatı biraz daha zorlarsanız bir ihtimal size Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerin de sınırlı olmak kaydıyla birer aktör olduğunu söyleyebilir. Fakat daha fazlasını asla kabul etmeyecektir. Gelgelelim bir Alman diplomatından devletlerin ve uluslararası örgütlerin de ötesinde Greenpeace gibi uluslararası STK’ların da uluslararası politikada birer aktör olduğunu duymak şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu iki diplomatın görüşlerindeki farklılıklar sahip oldukları paradigmalar sebebiyledir. Birinin paradigmasının şekillendirdiği ontolojide yalnızca devletler vardır, diğerinde devletlerle hiç alakası olmayan STK’lar da mevcuttur. Aynı durum epistemoloji, metodoloji ve terminoloji için de geçerlidir. Örneğin liberal bir siyaset bilimcinin çalışmalarında “sınıf bilinci” yahut “sınıflar arası çatışma” gibi kavramlara rastlamanız oldukça zordur. Kısacası, bilimsel bir çalışmayı ontoloji, epistemoloji, metodoloji ve terminoloji mümkün kılar ve bütün bunları araştırmacının sahip olduğu paradigma belirler.
Kuhn ise bilimsel gelişmeyi, büyük paradigma değişimlerinin mümkün kıldığını öne sürer. Ona göre bilimin ilerlemesi bilimsel birikimin ürünü değildir ve bilim lineer bir çizgi üzerinde ilerlemez. Aksi bir iddia bilim tarihi için “tarihi geriye doğru yeniden yazmak” olacaktır ve bu oldukça yanıltıcı bir “ideolojidir”.
Kuhn bilimsel gelişimi mümkün kılan paradigma değişimini iki dönemden bahsederek açıklar. Birincisi olağan bilim dönemidir ve bu dönemde bilimsel çalışmalar için her şey yolunda gitmektedir. Bilim adamlarının sahip olduğu paradigma hemen hemen karşılaştıkları her olgu ve olayı açıklamaya yeter ve çalışmalara tutarlılık kazandırır. Fakat günün birinde bilim topluluğu içerisindeki hakim paradigma bazı belli başlı olguları açıklayamaz hale gelir. Örneğin ışığın fotonlarla yayılması gerekiyordur ama bir de bakarsınız ki bazen dalgalarla da yayılabiliyordur. Sizin sahip olduğunuz “Newton fiziği” paradigması bunu açıklayamaz. E vicdanınız da var, var olduğunu bildiğiniz bir şeyi açık açık görmezden gelemezsiniz. Sonuç kaçınılmaz bir bunalımdır. Artık Kuhn’un ifade ettiği şekliyle olağan bilim döneminden çıkılmış, bunalım dönemine girilmiştir.
Bu dönemde hakim paradigma sarsılır ve alternatif bir paradigma ortaya çıkar. Söz konusu alternatif paradigma hakim olan ile çatışmaya başlar. Paradigmalar arası savaşın yaşandığı bu dönem oldukça sancılıdır, zira eski paradigma kolay kolay terkedilmek istenmez. Fakat her yeni eskir, alternatif paradigma hakim olan karşısında galip olur ve ortaya bilimsel bir devrim çıkar. Bu devrim esnasında paradigma ile beraber ilkeler, kanunlar, dogmalar da değişime uğrar.
Bu devrim, toplumsal devrimlerle de oldukça benzerdir. Toplumsal devrimler de tıpkı bilimsel devrimler gibi bir bunalım döneminin sonucu ortaya çıkar ve birbirinden farklı ideolojiler arasında seçim yapmayı gerektirir. Bilimsel devrimlerde de yaşanan bunun benzeridir. Bilim toplulukları iki farklı paradigma arasında bir seçim yapar ve devrim meydana gelir. Devrimin akabinde ise yeni bir bunalım dönemine girilinceye kadar tekrar yeni bir olağan bilim dönemine girilmiş olur.
Tekrar başa dönelim, her ne kadar Kuhn bir fizik profesörü olduğundan örneklerini Newton-Einstein fiziği karşılaştırmasıyla vermiş olsa da ilgili teori sosyal bilimlerin gelişimi için de son derece açıklayıcıdır. Bugün insan psikolojisinden toplumsal davranışlara, hatta devlet davranışlarına kadar her şey otuz yıl öncekinden çok daha farklıdır. Mesela bir sosyal bilimci iseniz, kendi alanınızda Berlin Duvarının yıkılışı ile nasıl büyük bir paradigma değişikliğinin yaşandığını görebilirsiniz.
Her ne kadar bu teori oldukça işlevsel bir gözlük vazifesi görse de genelde bütün bilim adamlarına, özelde ise sosyal bilimlerle meşgul olan herkese büyük bir sorumluluk yüklüyor. Kendi adıma bu teoriden haberdar oluncaya dek ilim yolculuğumu yalnızca öğrenerek sürdüreceğimi, bunun ise yeterli olacağı zannına sahiptim. Şimdi ise alanımla ilgili olabilecek yeni belirmeye başlamış her bir olguyu tespit etme telaşı içindeyim. Zira zihinsel konfor uğruna her an akademik bir “dinazor”a dönüşme tehlikesini çok da tercih edilebilir bulmuyorum. Üstelik her şey bu kadar hızlıyken bu düşük olasılıklı bir ihtimal de değil.
Tacettin Aslan
7 Yorum