Goethe’nin kahramanı Faust, gelişmeci insan tipinin ilk örneği kabul edilir. Dünyayı geliştirmek, dönüştürmek hırsı ile doludur Faust. Yepyeni mekânlar inşa etmek ister. Şöyle seslenir uşaklarına:
“Hepiniz kalkın yataklarınızdan uşaklar
Görsün mutlu gözler cüretkâr planımı
Alın aygıtlarınızı, kazma küreklerinizi, haydi iş başına
Önce üretilmelidir ödüllendirilecek olan”
Modern dünya şehrini inşa etmek istemektedir Faust. İşçileri çalışmalara devam ederken, kıyıda “değiştirilmemiş” bir toprak parçası kaldığı görür. Burada yaşlı bir çift yaşamaktadır. Küçük bir kulübe, ıhlamur ağaçları ve kilise ile birlikte yaşamaktadır yaşlı çift orada. Faust’un bölgenin tümüyle eskiden arındırılması yönündeki isteği bu yaşlı çiftin yaşadığı o ufak arâzîyi de yıkmayı gerektirir. Zira Faust’un “terakkî”ye olan inancı eskiyi asla kabul etmez. Ve nihâyetinde Faust; kulübeyi, ıhlamur ağaçlarını ve kiliseyi yani o yaşlı çifti yok ettirir.
Goethe, kahramanı Faust’un “modern insan” olma yolundaki serüvenini anlatırken; bu serüveni, yaşadığı çevreyi yeniden inşa etme arzusu ile somutlaştırır. Faust çevresinde bulunan o eski “yapı”ları yıkıp yerine yenilerini yaptığı zaman, tam olarak Mephistotheles’in istediği kişi olmuştur. Zira yaşadığı mekânı algılayış biçimi değişmiştir ve Faust’un yeniden inşâ ettiği yeni mekân, içinde yaşayan insanların zihnini inşâ edecek; böylece “üst insan” olarak adlandırılan “gelişmeci” insanı vücuda getirecektir.
Yaşanılan mekân ve insan arasındaki etkileşim bu denli önemliyken, iki zıt kutup diyebileceğimiz iki mekân modelini karşılaştırarak, bu mekânların oluşum, gelişim, insana atfettiği ehemmiyet gibi hususları tartışmak niyetindeyim. Bu minvalde seçtiğim iki isim: Turgut Cansever ve Aleksandr Puşkin. Turgut Cansever “Osmanlı Şehri” isimli çalışmasında medeniyet tarihinin müstesna örneği olan Osmanlı’nın ve onun şehrinin yaslandığı o mümtaz temeli üzerinde durur. Aleksandr Puşkin ise, “Bronz Süvari” isimli şiirinde Rusya’nın Batılı kentlere özenerek inşa ettiği tamamıyla modern bir şehir olan Petersburg’u anlatır Bu iki ismin eserleri incelendiğinde, insan idrakının nasıl olup da zıt istikâmetlere evrilebileceği hususunda fikir sahibi olmak mümkün oluyor.
Şehir diyor Cansever, insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürün ve insan hayatını çevreleyen bir yapıdır. Yani şehir, insanın hayatının “insicam”ına müteallik bir şeydir. Şehir nasıl düzenlenirse, o doğrultuda bir düzen oluşturarak ilerler tüm bir hayat. Bu mânâda şehir, ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dinî düşüncenin geliştiği bir çevredir ve insanın varlığının anlamının tamamlandığı bir ortamdır. Varlığının anlamını yani varlığının niteliğini şehirde idrak eden insan, bu idrak ile yaşamını sürdürür ve nihâyete erdirir. Ve bu “idrak” edişi ile ile insan, şehirler kurar ve yıkar. Bu yüzden diyor Cansever; idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve aslında bu şehirdir insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli.
Evet, içinde yaşadığımız yapılar insanı koruyan barınaklardır, her yapı içinde yaşayanı şu veya bu şekilde dışarıdan ayırır. Fakat, Cansever’e göre, yapının yanındaki diğer yapılara göre vaziyet alışı, yerleşişi, o yapının var olma sebebini, yapıyı vücuda getirenlerin çevre karşısındaki tutumunu ortaya koyar ve yapının çevresindeki hayatı da yönlendirir. Bu mânâda Paris’i örnek gösterilir. Paris’te bütün yapıların yüksekliği, yolların ve büyük bulvarların istikâmeti değişmez kabul edilerek bu yol ve bulvarların cephesi olan 5-6 katlı apartmanların mimarî farklılaşması ancak teferruatlara bırakılmışsa da bu yapıların kimlik sahibi olması sağlanamamıştır ve anonim ve sıradan nesneler olarak kalmıştır. Paris’in o 5-6 katlı apartmanların anonim ve sıradan olması “insan”ın tek bir varlık olarak önemsenmezliğine, salt “kitle” olarak var olabileceğine vurgu yapar. Apartmanların ve dolayısıyla burada yaşayan insanların şahsiyetsizliği yahut anonim ve sıradanlığına karşılık, Osmanlı şehrinin sokağında her ev “kendi başına” durur. O evden sonra gelen diğer ev de öyledir. Her ev kendi “şahsiyet”ine sahiptir buada. Şehir merkezinde aşırı yoğunlaşma dolayısıyla evler yanyana gelse dâhi diyor Cansever, burada da evlerin cumbaları evlere şahsiyetini verir. Oysa Paris’de yahut da Berlin’de modern aklın emrettiği gibi evlerin hepsi aynı hizâda, aynı yükseklikte ve aynı karakterdedir. Osmanlı şehrinde evler de bir şahsiyete sahiptir insan da. Batı’nın tam aksine.
Batı şehrinde, tabiata hükmetmenin verdiği bir tekdüzelik yani aslında eşyaya şekil vermiş olmanın verdiği bir yapay bir düzen var. Yani aslolanı gizleme dürtüsü. Bir çeşit diktatörlük. Oysa diyor Cansever; Osmanlı varlığın kuvvetler hiyerarşisini incelemiş, dağların biçimini değiştiremem demiş. Şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih etmiş. Pekiyi yamaçta olmak neden iyidir? Çünkü yamaç, serin rüzgâr alır, insan ufuklara bakar ve böylece insanın ufku dar olmaz, onlar ev yaptığında yalnızda karşıdaki apartmanı değil, ta karşı dağları ovaları seyreder ve ilâhi hikmeti görür. Şehri yamaca inşa edince yollar Batı’daki gibi cetvelle çizilmiş gibi olmaz. Her ev, farklı istikametlere doğru ilerleyen yollarda olur. Bu farklı istikâmetlerde insan, başka başka görür âlemi. Yol başka görünür, kapılar başka, ağaçlar bambaşka. Biraz da istikametlerin farklı oluşu verir şahsiyetini onlara.
Cansever için, Osmanlı evi mukaddes bir yerdir. Çünkü evlerde namaz kılınıp üretim yapılır. Dolayısıyla evler bir esas üzerinden bina edilir. İbadet ve üretim âsudelik, sessizlik, huşû, dürüstlük, yanlıştan kaçınma ve en büyük hakikate en büyük yakın olma duygularının gereğini yaşamayı mümkün kılan bir tecrübe, onu yaşama kararlılığı ise ev de mutlak doğruya yakın, her türlü yanılgıdan uzak, âsûde, dolayısıyla âsûdeliği bozacak unsurlardan arındırılmış olmalıdır. “Size dininizi kolay yaptık” İfadesindeki gibi ev de “kolay” ve fakat kolaylığında yukarıdaki unsurları barındıran bir mekândır. İlahi iradenin tezâhürünü barındırır içinde. Tüm evler bu tezâhürü içinde barındırdığı için, Osmanlı evlerinde bir “standartlaşma” vardır. Lâkin bu standartlaşma Batı tipi bir standartlaşmayı da getirmez beraberinde. Örneğin diyor Cansever Bursa’daki evlerde dört katlı bir binanın ilk iki katı bir istikâmete sonraki iki kat başka bir istikâmete bakar. Bu istikâmet farkı dahi biçim zenginliği verir evlere. Zaten Osmanlı evlerinin şehrin yamaca inşa edilişi her evin farklı istikâmette olmasını zarurî oalrak beraberinde getiriyordu. Evlerin katları arasındaki istikâmet farkı ise biçim zenginliğini artırıyordu. Evlerin pencerelerini ise şöyle niteliyor Cansever: “Osmanlı evlerinde bulunan baş odanın, misafir kabul edilen odanın tepe pencereleri ise renkli camlarla yapılıyor ve o pencereler duvar üzerinde dışarıdan ay gibi bazen yuvarlak bazen eliptik sivri kemerli teker teker duruyor, içeriden de odaya kâinatın renklerini saçıyorlardı.” Dolayısıyla Osmanlı mimârisinde evler basit bir mimâriyle yapılmış olmalarına karşın, ufak nüanslarla biçimsel olarak zenginleştiriliyor ve bu zenginleştirme esas olarak kâinatın idrakine müteallikti.
Petersburg, I. Peter tarafından, 1703 yılında Neva nehrinin Finlandiya körfezine döküldüğü yerde inşa edilmeye başlanır. Petersburg’un kuruluşundaki temel düşünce buranın “Avrupa’ya açılan bir pencere” olmasıdır. Marshall Berman’ın ifadesi ile; pencereleri Avrupa’ya açılan yeni şehir geleneği ve dinsel havası olan Moskova’nın işini bitirecekti. Yani bu şehir Moskova’nın aksine tamamıyla Avrupâi olacaktı. Bu noktada Berman, Petersburg’un kuruluşunda İngiltere, Fransa, Hollanda ve İtalya’dan mimar ve mühendisler getirildiğine işaret eder. Avrupa’dan getirlen mimar ve mühendislerce Petersburg tıpkı Batı şehirleri gibi geometrik ve düz hatlı olarak inşa edilmişti. Petersburg yine Berman’ın ifadesiyle “seküler resmî kültür”ün merkezi ve simgesi durumuna gelmişti. Kurulan Bilimler Akademisi, yükselen anıtlar ile şehir salt seyirlik bir mekâna dönüştürüldü. Salt seyirlik olan, sekülerizmin kalesi olarak inşa edilen Petersburg’u Puşkin, “Bronz Süvari”de nitelemeye çalışmıştır.
Petersburg Batı’ya benzemek isteyen siyasi irade neticesinde kurulmuş bir şehir. Bittabi, şehir nizam bağlamında Batı’ya benzer. Fakat şu da unutulmaz şehirde: Bu şehri kuran Çar’dır ve onun varlığı şehirde duyumsanmalıdır. Bu sâikle yapılan anıtladan biri “Bronz Süvari”dir. Bronz süvari Petersburg’u kuran Büyük Petro’nun heykelidir.
Şiire, “bu hikâyede betimlenenler gerçeğe dayalıdır” diye başlar Puşkin. Kahramanı üzgün, düşünceli bir biçimde durmaktadır kıyıda Ve düşünmektedir:
“Buradaki yazgımız
Batıya bakan pencereyi açmakmış”
Puşkin Petersburg’u batıya bakan yani batılı olan bir mekân olarak niteler.
“Yüzyıl geçti ve gördük,
Bataklık ve ormanların yükseldiği bu yer artık
Şehir, kuzeyin mucizesi
Yükseldi, muhteşem ve görkemli”
Bir projedir Petersburg, yüzyıl evvel ormanların yükseldiği yer artık binaların yükseldiği bir metropoldür. Bu bir mucizedir fakat yapay bir mucize. Batı modern aklının şehirlerinin taklidinin kısa sürede yükselmiş olmasının mucizesi. Oysa Osmanlı şehirlerindeki mucize, kendi inanışını şehrin çehresinde somutlaştırmış olmanın mucizesiydi. Petersburg’un muhteşemliği, geometrik oluşunun getirdiği kesinlikten; görkemliliği ise modern aklın ve onun temsilcisi olan siyâsî iradenin “anıt”larının şehrin her yerinde yükselmesindendir. Oysa Osmanlı şehrinde muhteşemlik; tabiata başkaldırmak yerine ona tâbi olarak şehri yamaca inşâ etmek, insana ufku vermek; görkemlilik ise evleri âsûde ve sâkin bir şekilde inşâ ederek ilâhî olana uyumlu olmak ve yakın olmaktır.
Bu “muhteşem” ve “görkemli” şehrin ırmağı Neva ırmağı bir gece çıldırır ve şehri basar:
“Gece boyunca Neva
Denize doğru baskılar
Vahşi ve öfkeli fırtına ile”
“Körfezden, Neva geriye döndü
Kudurmuşçasına, kaynayarak geri döndü, adacıkları kapladı
Şehrin üstüne düştü sonunda”
“İnsanlar korkuyordu
Bu vaziyet açık bir şekilde Tanrı’nın işi idi
Ne yiyecek, ne çatı; hepsi yararsız şimdi
Bu korku yılında
Son çar Aleksander
Utkuyla hüküm sürmüştü
Fakat o (Aleksander) Balkon’a çıktı ve şöyle dedi:
Çarlar hükmedemez
Tanrı’ya ait olanlara”
100 yılda muhteşem bir şekilde inşâ edilen Petersburg’un yerle bir oluşu bir gece sürmüştü. Zira bu şehir “tabiat”a rağmen yapılmıştır. “Tanrı”ya başkaldırılarak inşâ edilmiştir. Ve Neva ırmağı vasıtasıyla Tanrı adaleti yeniden temin etmektedir.
Şiire başlığını veren süvariye dönen Puşkin onu şöyle betimler:
“Taşkın Neva’nın yükseğinde sapasağlam
Bronz atı üzerinde duruyordu put”
Bronz Süvari, şehrin anıtlarından birisidir. Şehri modernizmin gereklerine uygun olarak inşa eden Petro’nun anıtıdır. Ve tüm şehir yerle bir olmasına karşın o sapasağlam durur. Zira bu anıtta somutlaşan şudur: Petro’nun inşâ ettiğinin salt şehir değil; şehirle birlikte -ve aslolarak- zihinlerdir. Bu sebeple şehir yerle bir olsa dahi Bronz Süvari kalır, Neva sakinleştiğinde her şey kaldığı yerden devam eder. Şehrin ait olduğu dünya görüşü donuktur, Çar’a hatta Çar’ın da ait olduğu totaliter Aydınlanma’ya aittir şehir. Osmanlı şehrinin İslâm’a, onun getirdiği sonsuz biçim ve anlam derinliğine ait olmasının aksine.
Tek bir adam vardır Petersburg’da, Bronz Süvari’nin karşısına dikilen ve ona kafa tutan:
“Delilikle, dişlerini sıkarak tısladı:
Sen, ihtişamlar yaratan! Geleceğim,
Ve hesaplaşacağız! Uzaklaştı, hissizce.”
Feyza Yapıcı