Kendisinde bir şeyleri değiştirebilme gücü olduğunu hissetmiş ve büyük işler başarmış insanların en çok duyduğu cümlelerden birisi “Dünyayı sen mi değiştireceksin?” sorusu olmuştur. Aslında bu soru dünyaya meydan okumamayı salık verir. En nihayetinde baştan mağlupsun, istesen de galip gelemezsin demektir. Denememenin yenilmeye öncelendiği bu anlayışa sahip olanlar aynı zamanda şu cümleyi de ağızlarından düşürmez: “Böyle gelmiş böyle gider.” Dünyada bir şeyleri değiştirebilir miyim, bilmiyorum ama böyle gelmiş olanın böyle gitmemesi gerektiğini biliyorum. Var olan düzeni öfkenin yönlendirdiğini düşünüyorum. Bulundukları konumdan memnun olmayan insanlar öz benliklerine değer katmak yerine etraflarındaki insanları değersizleştirmeye çalışırlar. Bu, onlar için nefes almak veya beslenmek kadar hayati bir güdüdür. Söz konusu yaklaşım alkış toplamanın, kendini pazarlamanın en kolay ve ucuz yoludur. İşaret parmakları her zaman bir yerleri ya da birilerini gösteren bu insanlar alkışlarla yaşar yuhalamalarla ölür.
Güvensizlik, manipülasyon ve komplo teorileri asıl meselelerinde uzlaşamamış toplumlarda her zaman yer edinir. Hem yatay hem dikey olarak çok katmanlı bir yapıya sahip olan Türk toplumunda bu durumun her kesim tarafından kanıksandığı söylenebilir. Çekişmelerin ve hesaplaşmaların hayatın içinde normal görülmesi zaten ülkemizde kamusal bilincin uzlaşma yönünde gelişmediğini de gösteriyor. Türkiye’de çok az şey yumuşakça olur. Genelde evrilmeler ve değişimler sert olur. Bu bakımdan Türk toplumuna kırılmaların ve çatırdamaların toplumu da diyebiliriz. Geçişlerin ve değişimlerin ani olduğu nispette sert olduğu göz önüne alındığında ayrılmaların ve ayrımların bir tür mecburiyet gibi hissedilmesi sanırım aynı masa etrafında toplanılmasının önündeki en büyük engel gibi gözüküyor.
Elitler, herhangi bir faaliyet alanında değil her alanda topyekûn bir üstünlük iddiasında bulunurlar. Elitizm bu durumundan neşet etmiştir. Bugün eleştiriden hoşlanılmamasının sebeplerinden birisi de budur. Türkiye’de sosyal yarılmalar her zaman ikilemler üzerine inşa edilir. 2000’li yıllardan önce insanlar kendilerini sağcılık-solculuk üzerinden tanımlarlardı. Bu eğilim günümüzde laik-İslamcı tartışmasına dönüştü. Değişmeyen tek şeyin, kişilerin kendilerini tanımlarken ikili bir tercihe maruz bırakılmaları olduğu söylenebilir. Ara ara tebessüm etmeme sebep olan olaylardan birisi de koca koca insanların bu durumlar üzerine tartışırken kavram kargaşası yaşadıklarının farkında bile olmamaları. Örneğin laik kelimesi bireyleri ya da toplumları niteleyen bir sıfat olarak kullanılıyor. Kelimenin tarihsel süreçte kazandığı anlama bakıldığında bu kelime siyasi erkin yani devleti yönetenlerin dine karşı mesafeli olması anlamına gelmektedir. İnsan, toplum ya da ulus laik olmaz sadece devlet olur. Laik kavramı ile kastedilen durumu niteleyen kelime sekülerdir. Seküler en genel anlamıyla dinin teorik kısmını hâlâ kabul edip pratiklerinden uzaklaşan insan anlamına gelmekte. İslamcı tabiri yerine ise mütedeyyin kavramının kullanılması gerekir. Zira bu kelime dine bağlı olan kişi anlamına gelmektedir. Bu bağlılık dinin pratiklerini sürdürme anlamını da içerir. Bana kalırsa insanları tanımlamak yerine anlamlandırmalıyız. İnsan değişen bir varlık olduğu için tanımlamak tanımın yapıldığı anın dışında geçerliliğini yitirir ama bir insanı anlamlandırdığımızda insan değiştikçe anlamını yitirmez sadece farklılaşır. Anlamlandırmanın doğasına değişkenlik içkindir ama tanımlamanın doğasında sabitleme vardır. Bu veçheden bakıldığında insanı tanımlamanın imkânsız olduğu kadar lüzumsuz da olduğu sarih bir şekilde gözükmüyor mu?
Değişime açık olmak kişinin düşüncelerinin yanlış olduğunu kabul etmesi değil, düşüncelerinde yanılabileceğini kabul etmesidir. İnsan ölçeğinden biraz uzaklaşıp toplumsal uzlaşı ve çatışma kavramlarına baktığımızda bu ikilini sürekli olarak birbiri yerine kullanıldığı görülüyor. Eğer iki tarafın olduğu bir bağlamda görüşler karşılıklı olarak “yanlış” olarak ile değerlendirilirse burada bir uzlaşmazlık vardır. Şayet görüşler “kötü” ya da “aşağı” olarak değerlendirilirse burada bir çatışmadan söz edilir. Türkiye’de uzlaşı kültürüne uzak olunmasının belki de en büyük sebebi fikirlere hiyerarşik bir muamele yapılmasının zorunluymuş gibi görülmesidir. Değer yargılarını doğru ve yanlış değerlemeleriyle aynı zeminde tartışabilirsek çatışma olasılığı muhakkak azalacaktır. Çatışma tarafların görüşlere yatay bir muamele yapmayıp dikey muamele yapmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu durumda uzlaşma sağlanabilecek bir zeminden bahsedilmesi mümkün değildir. Bu düşünce yapısında yanlış düşüncelere sahip olanın aynı zamanda kötü veya değersiz olarak görülmesi buzların erimesine asla müsaade etmez. Bir çatışma toplumu olan Türk toplumunun uzlaşı toplumu olmaya yaklaşıp yaklaşmadığı televizyonlardaki tartışma programlarının sayısına bakılarak ölçülebilir. Aynı zamanda programların akışı içinde ses yükselmelerinin ve söz kesmelerin sayısı da bu ölçümde parametre olarak kullanılabilir. Zira söz kesme tahammülsüzlüğün ve dolayısıyla çatışma kültürünün bir emaresidir.
İnsanın kara canlısı olduğu söylenir. Bu teorik olarak doğrudur. Daha sonra suları da hâkimiyeti alan insanoğlu o dönemden bu yana salt bir kara canlısı olarak anılmamaya başladı. İnsan öyle gözüküyor ki gri bir bataklık canlısıdır. Bazen çırpındıkça hayatın içine gömülmesi de bu yüzden. İnsan, ne kadar siyah ve beyaz olarak ayırmaya çalışsa da hayat bir bütündür. Ne siyah ne de beyazdır! Serapa gridir. Ancak bu grilik her kişinin hayatında farklı tonlarda tezahür eder. Arayışımın ve rahatsızlık duyuşumun sebebi hayatı, grinin hangi tonunda yaşadığımın henüz bilincinde olmamam. Siyah ve beyazlığı iyilik ve kötülük anlamında değil çiğlik ve olgunluk anlamında kullanıyorum. Zaten insan kendisinin iyi ya da kötü olduğuna karar veremez. Bunun için aynalara ihtiyacı vardır. Çiğlik ve olgunluk eksenindeki salınımlar arasında hayata maruz kalırken kabuğumun seyreldiği ölçüde elastikiyet kazandığını fark edebiliyorum. Bu durum hayata uyum sağlamamı kolaylaştırıyor. Hayattan kopmadan ama kendimden de uzaklaşmadan böyle gelen şeylerin böyle gitmemesi için çaba sarf etmek istiyorum.
Muhammed Furkan Kâhya