Kürşad Salih Yaman, dünyayı değiştirmek isteyenlerin, neden işe kendilerini değiştirmekten başlamadıklarını sorguluyor…
***
Karl Marx’ın meşhur bir sözü var. Der ki; “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı çeşitli biçimlerde açıklamakla (yorumlamakla) yetindiler, oysa önemli olan onu değiştirmektir.”
Marx, filozoflar tarafından yorumlanmakla yetinilmiş bir dünyaya eleştiri sadedinde, insanlığa yeni bir hedef gösteriyor; dünyayı değiştirmek… Bu söz, söylemden eyleme geçmeyi, pasifken aktif olmayı salık verir nitelikte. Bir yönüyle denmek isteniyor ki; “Filozoflar sadece laf üretiyor; artık icraata geçmek lazım. Alın size icraat; ne yapın ne edin şu dünyayı değiştirin!”
Oysa ne filozoflar tarafından yorumlanmış bir dünya ne de –tabii ekseninden uzaklaştırılma pahasına– değiştirilmiş bir dünya, idealize edilmeyi hak etmektedir. Niye mi?
İlkinden başlayalım… Ama evvela yorumlanmış dünya ne demek, biraz açalım. Yorumlanmış dünya; bilgelik peşinde koşan, bunun için düşünmeye özel olarak vakit ayıran zevatın –ki biz onları genellikle filozof olarak nitelendiriyoruz–, akla gelebilecek her türlü meselede fikir beyan etmek suretiyle bir dünya görüşü ortaya koymalarıdır.
Bunlar kâh mebde-mead gibi ontolojik bir mevzuda görüş öne sürerler, kâh bilginin kurucu ögeleri gibi epistemolojik bir meseleyi kendi zaviyelerinden izaha kalkışırlar, kâh iyiyi-güzeli, doğruyu-yanlışı tarif ederler. Tüm bunları yaparlar yapmasına; lakin hiç birinin sözü diğeriyle örtüşmez. Aralarındaki tutarsızlıklar, deyiş yerindeyse buradan güneşe yol olur. Birinin ak dediğine, diğeri kara, bir başkası sarı, öbürü kırmızı der.
Mesela, “Varlığın ana maddesi nedir?” sorusuna cevap arayacak olsanız her kafadan bir ses duyarsınız. Thales der ki; sudur. Anaksimenes der ki; havadır. Herakleitos der ki; ateştir. Pythagoras der ki; sayılardır…
“Bilginin kaynağı nedir?” diyecek olsanız yine birbirinden farklı görüşlere rastlarsınız. Kimi duyu organlarıdır der, kimi akıldır der, kimi deney ve tecrübedir der, kimi fayda sağlayan şeydir der, kimi sezgidir der… Velhâsıl her meselede böyle birbirinden farklı onlarca görüşle karşılaşırsınız.
Filozoflara ait sözlerin bu kadar tutarsız olması gayet tabiî bir durum aslında. Nihayetinde onlar da insan; hiçbirinin akıl düzeyi, anlama ve algılama kapasitesi, buna paralel olarak bilgi ve tecrübesi aynı seviyede değil. O yüzden kâinat sathında cereyan eden olay ve olguları yorumlarken ister-istemez farklı okumalar yapabilirler.
Ne var ki bu durum, insanlığın kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bunun ana sebebi, onların düşünce faaliyeti içerisinde bulunuyor olmaları değil; bilakis zihinsel planda aklı kontrol altında tutacak, ona yol gösterecek doğru bir referans kaynağına sahip olmamalarıdır. Durum böyle olunca işin varacağı nihai nokta elbette ki düşünsel kaostan başkası olmuyor.
Gelelim dünyayı değiştirme meselesine… Öncelikle itiraf edeyim; makro âlemden mikro âleme kadar her şey belli bir düzen içerisinde yaratılmış ve her birinin görevi tayin edilmişken, dünyayı değiştirme gibi yıkıcı bir faaliyete neden kalkışılır anlamış değilim.
Evet, dünyayı değiştirme fikri yıkıcıdır. Çünkü varlık âleminde bulunan her şey, olması gerektiği yerdedir ve yapması gerektiği şeyi yapmaktadır/yapmak zorundadır. Buna bizim gibi mükellef varlıklar da dâhildir. Bir tek farkla; o da diğer varlıkların görev ve hareket alanları içgüdüsel olarak adeta genlerine kodlanmışken mükellef varlıklara kutsal kitap ve peygamberler vasıtasıyla bildirilmiştir. Kişi, buna uygun bir yaşayış ortaya konduğu takdirde hem kendisinin hem de çevresinin fıtratını korumuş olur. İşte o zaman ne varlığın ahengi bozulur ne de tabiatın dengesi sarsılır.
Bu cümleden olarak diyebiliriz ki; dünyanın ıslahı (düzelmesi) da ifsadı (bozulması) da bir yönüyle insana bağlıdır. Fakat üzücüdür ki o, daha çok ifsadı tetikleyen tavırlar sergilemeyi tercih etmiştir. Böylelikle, vahiy ile tayin ve tahdit edilmiş olan hareket alanının –diğer bir ifadeyle kırmızı çizgilerinin– dışına çıkmak suretiyle dünyayı adeta hallaç pamuğuna çevirmiştir. Bu bozgunun bir adı da “değişim”dir.
Bugün ekolojik dengenin bozulmasından söz ediyorsak bu, insanlığın dünyayı değiştirme sevdasının bir sonucudur. Küresel ısınmadan, hava kirliliğinden, toplumsal kaostan, ekinin ve neslin bozulmasından yakınıyor ve makul bir sebep arıyorsak, aynaya bakmamız yeterli olacaktır.
O halde neden hâlâ ısrarla, dünyayı değiştirmeyi hedef edinenlerin peşine takılıp genel fıtrata müdahil oluyoruz? Allah (c.c.) “Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen aşırı gidenlerin emrine uymayın” (Şuara, 26/151) buyuruyor. Yoksa uyuyor muyuz?
Kürşad Salih Yaman
1 Yorum