Feyza Yapıcı, Dostoyevski’nin “Biz Avrupalı değil Asyalıyız” sözüne şerh düştü.
***
“Doğulu olmak” bazı kişiler tarafından zaman zaman gelişmemişlik ve medenileşmemişlik anlamında kullanılır. Bu anlamda oldukça pejoratif bir kavramdır. Dolayısıyla insanlar pek fazla üstlenmek istemez doğulu olmayı. Bununla birlikte şahsen “doğulu” olmayı hem olumlu gören hem de bunu büyük bir nimet kabul edenlerdenim. Sezai Karakoç’un “Masal” şiirinde yedinci oğlun Batılılar’a “doğulu olarak ölmek istiyorum ben” diyerek haykırışının ve doğulu ruhun değişmemesi için gösterdiği çabanın kutsiyetine inananlardanım. Zira doğu her tarafından “ruh” akan medeniyetin diyarıdır. Doğulu da içinden ruh akan bu medeniyetin ruh taşıyan insanıdır. Necip Fazıl, doğunun mayasını yoğuran baş kavimleri; Çin, Hint, Fars, Arap, Türk kavimleri olarak sıralar. Bu milletler tarih içerisinde büyük devletler kurdukları için doğu medeniyetinin ruhunun oluşumunda büyük pay sahibi olduklarında tereddüt etmemek gerekir. Zira bu milletlerin edebiyat, mimari, musiki başta olmak üzere birçok alanda doğunun “otantik” ruhunu inşa ettiklerini biliyoruz. Doğululuk sadece bu kavimlere has değildir. Örneğin Rus araştırmacı Vygotsky: “Biz Ruslar kolektivist ve Doğulu bir topluluğuz. Bizim psikolojimiz bireyselleşmiş ve ziyadesiyle modernleşmiş Batılıların psikolojinden farklıdır.” derken Rusların da doğulu olduklarını açıkça söylemektedir. Başkaları Rusları batılı saysa da ya da doğulu kavimler için de ilk planda Ruslara yer vermese de buram buram doğululuk kokan bir Rus düşünürden bahsetmek istiyorum: Dostoyevski.
Rus edebiyatının, hatta dünya edebiyatının mihenk taşı bir yazardan bahsediyoruz. Kitaplarını okumamış olanlar dahi Dostoyevski ismini duyunca yabancılık çekmezler dersek yanılmış olmayız sanırım. Dostoyevski’nin romanlarındaki akıcılık, tasvirlerindeki büyüleyicilik, kısacası yüksek edebi değerler beni her zaman kendine hayran bırakmıştır. Edebi dehasına diyecek yoktur. Dostoyevski’nin. Suç ve Ceza’sını ya da Budala’sını henüz çocuk yaşta okuduğumda beni etkileyen edebi anlamdaki bu dehası idi. Son yıllarda okuduğum zaman bıraktığı etki ise daha farklı. Edebi yönüyle Dostoyevski’den, düşünür Dostoyevski’ye doğru ilerlediğimi fark ettim. Öyle ki, salt edebi değerden kaynaklanmayan, bende daha farklı duygular husule getiren bir Dostoyevski’yle tanıştım.
Dostoyevski’de ilk olarak metafizik öğeleri ve metafizik öğelere dayanan sorgulamalara rastlıyoruz. Dolayısıyla doğululuk nitelendirmesine ilk olarak onun “metafizik” öğelerinden başlıyorum. Mesela Yeraltından Notlar’ı bir anlamda batının katı bilimselliğine, hatta bilimselciliğine bir başkaldırıdır. Aslında bu kitap Budala ile ya da Karamazov Kardeşler ile karşılaştırıldığında “Tanrı” fikri açısından zayıftır, hatta Tanrı fikrine hiç rastlamayız. Fakat bu kitapta Dostoyevski’nin Batıya ve onun bilimselliğine duyduğu öfkenin yansımalarının çok sarih örneğini bulabiliyoruz. Bu anlamda bu eser çok önemlidir. Mesela, iki kere iki dört etmeyeceğini, böyle düşünmenin küstahlık içerdiğini, hatta en çok övülmeye değer şeyin iki kere ikinin beş etmesi olduğunu söyleyerek batı pozitivizmine karşı sert bir duruş sergiler. Yine Batıyı kendi ürettiği mantık ve aritmetik ile kendi hududunda sorgular. “Aritmetiğin doğruluğunu sağladığı gerçek normal çıkarlarımıza aykırı gitmemizin, bizim için tek çıkar yol, bütün insanlık için de şaşmaz kural olduğuna nasıl yüzde yüz inanıyorsunuz?” Bu cümleleri ancak bir doğulu ruhuna sahip bir düşünür söyleyebilir. Dolayısıyla artık Dostoyevski’yi daha farklı tasvir etmeye hâsıl oldu bu cümleler. Çünkü onda bir çırpınış ve kendini bulabilmenin, varoluşun sancıları vardı. Batının aritmetiğini, mantığını sorgulaması da bu yüzdendi. Batının, insanın isteklerinin dahi bilimsellikle açıklayacağı iddiasına sert çıkışı bu durumun bizatihi insanın ruhu ile bağdaşamayacağını söylemesi bu yüzdendi. Özellikle Karamazov Kardeşleri’nde ise yoğun şekilde “Tanrı” fikrine rastlarız. Ve dolayısıyla Yeraltından Notlar’daki metafizik öğeler daha da gelişmiştir. Bana bu anlamda daha fazla “doğulu” olduğunu hissettirir Dostoyevski. Ve Tanrı’nın var olması gerektiğini aksi halde her şeyin “mübah” olacağından hareketle Tanrı inancını temellendiriyordu. Ahlakın “Tanrı” inancından kaynaklandığını söylüyordu. İşte bu yüzden, Dostoyevski’yi okur iken aklıma her defasında Necip Fazıl geliyor. Üstat irşat edicisini, bu bağlamda fikir ve kimliğini aradığı yıllarda, okuduğu ve anlamaya çalıştığı Paskal, Goethe, Tolstoy ve Rembo’nun “Allah’ın yol bilmeyen yanık pervaneleri, kılavuzsuz pervaneler” olduğunu söylüyordu. İşte Dostoyevski de ben de tam olarak bu cümleyi hatırlatır her zaman. Mesela “Karamazov Kardeşler”de başkahramanı Alyoşa dindar bir gençtir. Budala’daki başkahraman Mışkin yine dindar bir genci temsil eder. Bu başkahramanların yanında, Tanrı’ya inanmayan, ahlaki temelleri zayıf olan kahramanların bu yönleri, kitaplarda açıkça göz önüne serilerek akıbetleri ölümle sonuçlanır. Dahası bu akıbetlerin nedenleri her şeyi “mübah” saymalarında yatmaktadır.
Dostoyevski’nin metafizik dünyasına baktığımda Avrupa’ya olan bakışı çok tanıdıktır. “Biz Avrupalı değil Asyalıyız” der mesela. İşte bu haykırış da bize yakındır. Ruslarda da bizim gibi bir “batılılaşma” sancısı söz konusudur. Bunu Dostoyevski sıklıkla dile getirir. Hatta ilginçtir Budala’sını şöyle bitirir: “Bütün bir batılılık, Avrupa sevdası, fanteziden başka bir şey değil…” Bu ifade Sezai Karakoç’ta yedinci oğlunun haykırışına oldukça yakındır, hatta bir o kadar da sıcak. Fark Dostoyevski’nin “Allah’ın yol bilmeyen yanık pervaneleri”nden oluşu. Budala’sında çağı demiryolu çağı olarak tanımlayan ve Batı kaynaklı bu sanayi devrimi devamı bu çağda, eski çağlardaki insanları ayakta tutan değerlerin yokluğundan söz ederken hepimize çok tanıdık gelen tespitlerde bulunur. “… bütün felaketlerden, kıtlıklardan, işkencelerden, vebadan, cüzamdan ve o zaman insanların dayanamadıkları bütün o cehennem azaplarından daha güçlü, her şeyin üstünde, kalpleri yöneten, düşünceleri ışıklandıran bir kavramın varlığını kabul etmek gerekiyor. Şu ahlakı bozan demiryolu çağında, buna benzer bir başka güç göstersenize bana… Ben ahlaksızlığı öne alıyorum ama hak gözeterek konuşuyorum. Bana bugünkü insanları birbirine bağlayan ve o çağlar inancının yarı gücünde bir kavram göstersenize! Hâlâ insanları saran bu ağın, bu yıldızın etkisiyle hayat kaynaklarının kurumaya yüz tutmadığını iddiaya cesaret edebilir misiniz? Hele refahı, zenginliğinizi, kıtlığın seyrelmiş olmasını, taşıtlarınızın hızını karşıma çıkarmaya hiç kalkışmayın. Servet çok ama güç azalmış, bağlayıcı bir düşünce kalmamış…” bu tespitlerin benzerini Necip Fazıl’da görmüyor muyuz? “…Batı, mâlik olduğu kuru akıl cevherini ruhunu ekseriyetle (plastik) idrak çerçevesinin, eşyanın dış belirtisini aşmayan bir duygu ve düşünce kıymetinde buldu. Evet, -tabire dikkat- ekseriyetle (plastik) idrak çerçevesinin, eşya ve hadiselerin zahiri hacim ve kabartmalarını, mekân ölçü ve cümbüşleri aşmayan bir ruh… Batının olanca şevketi bu ruhta olduğu gibi, olanca buhranı ve iç zaafı da yine bu ruhta, bu ruhun hudutluğunda…” İki düşünür de aynı noktalara temas ediyorlar. Ancak büyük bir fark var ki; Dostoyevski “Allah’ın yol bilmeyen yanık pervaneleri, kılavuzsuz pervaneler” dendi. Evet Dostoyevski, ahlakı arıyordu, ahlak temelleri zayıf bir insanlık dostunun yamyamlardan farkı olmadığını söylüyordu, vicdanı arıyordu bunları ise bir “Tanrı” fikri ile temellendirmeye çalışıyordu, varoluş sancıları ile kıvranıyordu lakin bir “irşat” ediciden de yoksundu.
İşte bu sebepler nedeniyle ben Dostoyevski’yi doğulu olarak nitelendiriyorum. Bu doğululuk onun batıya, batılı düşünce yapısına, insanı aritmetiğe, mantığa boğan batıya isyanından anlaşılıyor kanısındayım.
6 Yorum