Tarih düşüncesi hakkında bugüne kadar birçok kitap yazıldı. Hâlen yeni eserler de kaleme alınmaya da devam ediyor. Özellikle Avrupa’da yazılan eserler, tarihyazımı ve tarih felsefesi konusunda kaynak niteliği taşır. Bu eserler, tartışmasız bir şekilde dünya genelinde tarih disiplinine yön veren önemli çalışmalar olarak kabul edilir. Türkiye’de de bu eserler geniş bir çevre tarafından tercüme edilip dolaşıma sokulur ve bu sayede “Tarih nedir?” sorusu etrafında anlamlı bir bilgi ağı meydana getirilir. Avrupa’da yazılan bu metinler, Türkiye’de de akademik çalışmaların ve tarih eğitimine dair düşüncelerin temelini oluşturduğu için göz ardı edilemeyecek güce ulaşmıştır denilebilir.
Ancak, Türkiye’de tarih alanında yerli tarihçilerin kaleme aldığı bazı popüler eserlere, özellikle “Tarih nedir?” türündeki popüler çalışmalara bakarsak ciddi bir sorunla karşılaşırız. Bu çalışmalar, Avrupa’da yazılmış metinlerin basit birer kopyası olmaktan öteye geçemediği için birçoğunda orijinallikten eser yoktur. Hatta bazı çalışmalar, özgünlükten tamamen uzak, bilimsel hırsızlıkla damgalanmış şekilde karşımıza çıkar. Bu durum, Türkiye’deki tarih yazımında özgün ve yaratıcı yaklaşımların eksikliği olduğu kadar Avrupa’nın bilimsel başarısı ve tahakkümünün de resmidir.
Türkiye’de tarihçiliğin bu durumda olmasının sebebi, tarih üzerine düşünce üretenlerin en büyük çıkmazlarından biri olan, kendi tarihsel perspektiflerini oluşturmaktaki başarısızlığıyla izah edilebilir. Avrupamerkezci tarih anlatılarının ve kavramsal çerçevelerinin birebir kopyalanması, Türkiye’nin kendi tarihsel birikim ve deneyimlerine dayalı bir tarih felsefesi geliştirme sürecini sekteye uğrattığı su götürmez bir gerçektir. Bu mesele popüler yerli tarihçilerin, tarihsel olayları kendi tecrübeleri, toplumsal ve coğrafi bağlamları üzerinden değerlendirme fırsatını kaçırdıkları ya da hiç üstüne düşmedikleri gibi bir sonuca götürüyor bizi. Eğer denildiği veya sanıldığı haliyle uluslararası tarih yazımına bir katkı sunuyorsak bunun ne kadar özgün yapıldığı tam bir muammadır. Aslında Türk tarihçiliğinde, tarih felsefesi bağlamında Avrupamerkezci bulguların tespit edildiği çalışmalara bakarsak bu muammayı şeffaf hale getirebiliriz.
Meselenin şeffaflaşması için tercih edilecek bir diğer seçenek ise Türk felsefeci ve tarihçilerin ya da genel tabiriyle söylersek Türk filozof tarihçilerin kaleme aldığı metinleri incelemektir. İki yüz senelik vetirede tarih felsefesi kavramının tarihsel gelişimine dair oldukça manipülatif bir birikim ortaya koyuldu. Bunun mimarları olan yazarları ve eserlerinin isimlerini vermeden genel kanıya değinmekle kısa bir özet yapabiliriz.
Söz konusu alan özelinde Avrupa ve Türk tarihçilikleri açısından birtakım genellemelere başvurulur. Bu genellemeler Avrupamerkezciliğin tipik örneklerini taşır. Mesela tarihçiliğin tarihi ifade edilirken bilhassa “Orta Çağ” tasnifi tercih edilerek, İslam/Türk tarihçiliğinin sözlü gelenek üzerinden nakilci/rivayetçi anlayışta olduğu ileri sürülür. Öte yandan tarih bilincinin ise mitolojik unsurlarla bezeli hikayeler üzerinden kazanıldığı gibi birçok genel yakıştırmalarda bulunulur. İslam/Türk tarihçiliği böyle ifade edilirken bir anda Aydınlanmacı Avrupa dünyasına geçilir ve o dönem filozoflarının tarih ilmini bu “sapkın” anlayışlardan kurtardığı, modern bilimsel tarihçiliği kurarak insanlığın gerçek tarihini inşa etme sürecine girildiği ifade edilir. Bu genellemeleri Avrupa’daki metinlerden tercüme ve kopyalama yapan bazı Türk tarihçilerinin eserlerinde sıklıkla görüyoruz. Bu tip aydın, filozof, tarihçi, entelektüel ya da adına ne dersek diyelim, eleştirel tarihçiliğin kurucuları olarak gördükleri Avrupalıların metot ve anlayışlarını tek gerçeklik olarak kabul ederler.
İşin ilginç tarafı bu düşünceleri aktaran yerli tarihçilerin Aydınlanma filozoflarının modern tarihçiliği kurduklarını düşünmesi değil aslında. İlginç olan şu ki, birçok meşhur Avrupalı filozof tarihçinin bu algıyı yıkıp, İslam/Türk tarihçiliğinin 9 ve 10. yüzyıllarda başlattığı bilimsel tarihçilik sürecini sık sık dile getirmesine rağmen yukarıdaki düşünceleri savunmakta ısrarcı olmalarıdır. Yerli tarihçiler, Avrupa tarihçiliği için yapılan genellemelerden vazgeçemiyor. Mesela akademik ve belgesel tarihçiliğin ya da tarih felsefesi ve metafiziğinin kurucuları olduklarını dile getirmekten sıkılmıyorlar. Yine aynı şekilde onlara göre tarihin yasalılığı ve anlamını da keşfeden Avrupalılardır. Şimdi bu tekelci yakıştırmaları benimseyen bir Türk tarihçi, ulusal tarihçiliğe ne gibi bir katkı sunabilir?
Netice itibariyle tarih metinlerinin her zaman bir felsefesi vardır ve tarihçi bu felsefe üzerinden metnini inşa eder. İster istemez bir düşünceye dayanarak anlatısını oluşturur. Dolayısıyla tarihçinin ifadeleri hangi toplumun mensubu ise o toplumun kodlarıyla sesini bulur. Ancak bunu yaparken aşırıya kaçmadan, manipüle etmeden, olanı olduğu gibi yazmaya özen göstererek yapar. Söz konusu felsefe o anlatının okura ne ifade ettiği ile alakalıdır. Fetih mi yoksa işgal mi, hain mi yoksa kahraman mı, kâfir mi yoksa mümin mi, Türk mü yoksa gâvur mu, türünden birçok sorunun cevabını metnin arka planında yer alan felsefe belirler. Eğer bu felsefe oluşmamışsa ya da kendi toplumunun anlam-değerine uymuyorsa, Avrupa medeniyet havuzunun bir parçasından ibaret olarak görülebilir.
Çünkü birçok yerli tarihçinin Avrupa tarihçiliği hakkında kendini inandırdığı bilimsel yöntemlerin keşfi, İslam/Türk tarihçiliği özelinde 10. yüzyıllarda sistemleşmeye başlamıştı. Mesela Endülüslü İbn Said el-Mağribî, Reşiduddin Tabîb, Taberî, Makdisî, Birunî, Miskeveyh, Taceddin es-Subkî, Heratlı Mirhond (Mîrhând), Bergamalı Kâfiyeci, Kâtip Çelebi ve İbn Haldûn gibi âlimler, eserlerinde tarihçiliğin ilkeleri ve felsefi yönlerini çoktan belirlemişlerdi. Bunları görmezlikten gelerek, bilimsel ve güvenilir tarihçiliğin Avrupalılarca meydana getirildiğini düşünmek, metot kitaplarında zikretmek ve topluma dayatmak olsa olsa az gelişmiş tarihçilerin işi olur.
İbrahim Orhun Kaplan
1 Yorum