Gözlerimiz yuvalarında yokmuş gibi yürüdük. Sanki hiçbir şey var olmamıştı. Sadece içimizde duruyordu hakikat. Yolları tüketip, ruhlarımıza yöneldik. Ruhlarımız dünyanın yollarından daha tekin değildi. Ruhlarımız, yol diye bildiğimiz yönelişlerimizden daha az karmaşık da değildi. Önce içimiz bunaldı. Sonra yöremiz bulandı. Öteden bir adam ilişti yanımıza. Birkaç parmak sayımı kadar zaman içinde göründü ve kayboldu. Önümüze gelen her şeye çarpa çarpa, daha iyi nasıl çarpılır onu öğrendik. Çarpmamayı hiç aklımıza getirmiş değildik. İnsan zihni önce bunu öğreniyor çünkü. Sürekli yaptığı bir eylemi terk etmeyi başaramıyor. Bunun yerine yaptığı şeyi (pekiyi kabul edilen bir eylem olmasa bile) kendi planı içinde daha iyi yapmayı öğrenme refleksi geliştiriyor. Fakat ne yapsa ne etse daha iyi görme biçimi geliştiremiyor insan. Necip Ârâste böyle düşünmüyordu. O gün bakışlarından bunu çıkartmıştım. Sulhi Ceylan ise “Sadece içimizde duruyor hakikat.” sözüne takılmıştı. Aklının bir ucunda bunun şerhini yapıyor gibiydi. Necip Ârâste, ilahî nizamın çarpık ruhlarca sarsılmaya çalıştığını fakat bu söz konusu nizamı kendi ölçülerince değiştirmeye çalışanların mümkünsüzlüğüne vurgu yapan cümleler kurmuş muydu? Şimdi hatırlamıyorum.
***
Kadıköy’ün yolunu tutan Mehmet Raşit Küçükkürtül, Necip Ârâste ve Mehmet Erikli başlarına geleceklerden habersiz biraz elem biraz neşe içinde vakti ören gerçeğin aynı zamanda vaktin tükendiğini de haber vereceğini bilerek Yokuş’a vardı. Sulhi Ceylan ne var ne yoktu! Evet, evet o kalbine düşen şiirlerin peşinde, zihnini taze tutmalıydı. Boş lakırdılarla kafasını doldurmak isteyenlere karşıydı bu yüzden. Bir de Orhan Abi. Orhan Abi deyince güler yüzlü delikanlılar geliyor aklıma; gülmenin zekâtını da veren delikanlılar… Çaya ne kattığı konusunda bir fikrimiz yok. Nasıl yapıyorsa, Bahariye – Moda arasında onun çayından daha iyisi yok dersek diğer esnafla arası açılır sonra. Biz, ona şöyle diyelim: “En iyilerden biri.”
***
Cioran, Çürümenin Kitabı’nda şöyle diyordu: “Filancayı şu hedefin peşinde, falancayı başka bir hedefin peşinde gördüm; insanları, birbirini tutmayan konularla büyülenmiş, her birini aşağılık ve tanımlanamaz olan tasarı ve düşlerin sihrine kapılmış gördüm. İsraf edilen onca ateşliliğin nedenlerine akıl erdirmek için her durumu tek tek incelerken, her hareket ve çabanın anlamsızlığını anladım. İnsanı yaşatan hatalardan etkilenmeyen tek bir hayat var mıdır?” Şimdi bu soruyu Edebifikir’in müdavimlerine, sevgili okurlarına yöneltiyorum. Bir de Cioran’ın bu düşüncelerine ilişkin karşı tez beklediğimiz Necip Ârâste var.
***
Sen ne güzel komşumuzdun Orhan Abi. Kahvenin hatırı senden sorulur diyorlar doğru mu? İki lafın belini baltayla kırmaya girişen Mehmet, Sulhi, Raşit ve Necip’in şu bitmeyen dertleri ne ola? Senin bir fikrin vardır. Çünkü alttan alta sen bu çocukları izliyorsun. Bana öyle geliyor. Ulan diyorsun içinden, bu adamlar her geldiğinde çuvalla kitap getiriyorlar. Ellerindeki içi kitapla dolu çuvalları masaya koyuyorlar, sonra ne bir çay bardağı koyacak yer kalıyor ne bir kahve fincanı sığacak aralık! Sonra birer ikişer, aldıkları bu kitapları konuşmaya, tartışmaya, içlerinden pasajlar okumaya başlıyorlar. Acaba bunların derdi ne? Orhan Abi, sen kendince bir çözüm getirmişsindir belki bu arkadaşlara. Fakat ben bu arkadaşların birbirlerine okudukları pasajlardan birini, hani bu adamların kafasını anlatalım diye söylüyorum: “Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü…
Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya ya da sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan.” Hesse’nin kahramanı böyle sesleniyordu. O bir bozkırkurduydu. Biz neyiz? Sulhi Ceylan söyler misin, bu düzenin içinde biz neyiz ve neye doğru yürüyoruz, gerçeğimiz nedir? Üffff… Soru yağmuruna tuttum seni de. Biraz da Mehmet Erikli’ye soralım. Kendisi az çok kafa yoruyor bu işlere. Bir de Necip Ârâste var ki kabul etmediği fikirlere şıp diye reddiye yazma kabiliyeti olan ender şahsiyetlerdendir. Necip Ârâste başlasın, Mehmet Erikli yürür, oradan Sulhi Ceylan hâllerden hâllere, oradan tefekkür tefekkür üstüne… Mehmet Raşit ise acı kahvesini yudumlarken “Ben bu meseleleri çözdüm. Ceketimin iç cebinden bir zahmet alıveriniz.” bakışıyla konuya omuz verir ki bu da işin balı şerbeti olur.
***
Sevgili Edebifikir müdavimleri! Üst paragrafta olup bitenler yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olaylara atıfta bulunmamaktadır. Ânı imleyen ve insanın gerçeğine ilişkin çıkarımlar hiç değildir. Hepi topu bu satırları yazanın laf çevirmelerinden müteşekkil bir takım sanrılardır. Son olarak söylemek istediğim şeye gelirsem, Bozkırkurdu’nun karşılaştığı bir tabela vardır. O tabelada şöyle yazmaktadır: “Yalnızca kaçıklar için.” Devamında sahne açılır ve şunu görürüz:
Sihirli Tiyatro
Herkes Giremez
– – Herkes için değil
Yal-nız-ca – ka-çık-lar – için!
EDEBİFİKİR HABER AJANSI
10 Yorum