Hayatta pek az kimsenin başarabildiği iki zorlu iş vardır.
Hemcinsleri arasında tek düşman kazanmadan yaşamak ve
iç hürriyeti sayesinde şu yeryüzünün en büyük kuvveti olan
paranın tahakkümünden kurtulmak.
Stefan Zweig – Herkesin Dostu: Anton
Bütün nedenler kol kola girip bizi tekrar Kadıköy’ün iştah açan sokaklarına çekerken iç elbiselerimiz bu güne hazır değil miydi, neydi? Oysa kabuğumuza bakanlar bizi göremeyecekti. Bundan emindik. Şuh seslerin topuklu ayakkabılardan çıkan seslere karıştığı bir akşamüstü vakti şu caddeleri ne zaman tenha bulacağız sorusu aklımıza hiç mi hiç takılmadan Moda’da gün batımını seyredecek ve belki de kendimizi dünyanın en hüzünbaz adamları sayacaktık. Evet, hüzünbaz dedim çünkü kafamızda kurduklarımızdan başka bir şey olmayacaktı bu “elem”. Gün batımına karşı durup keyif çatmak da söz konusu fakat bu “keyif” güneş bu hâliyle temaşa ediliyorken ne mümkün? Üçüncü hâlin imkânsızlığı da ta şuracıkta duruyor. Bir şey ya öyledir, ya değil. Üçüncü bir hâl yoktur. Buna katılmayanınız da olacaktır elbet. Kendi teorisini ortaya koyan parmak kaldırsın lütfen. Şimdi bana öyle geliyor ki gün batımı, yani güneşin bize göre son bulmak üzere olduğu, fakat başka ülkelere uğrayacağı o dem, “keyfi” yerleşik kılacaksa bu ancak üçüncü hâl ile açıklanır. Peki, elemin karşısındaki o ikinci durum da ne? Bana kalırsa “anımsama”. Gün batımına bakarım. O an ya bir şeyi anımsıyorumdur ya da hüzünbaz biri olarak kafamda gereksiz elemler icat ediyorumdur. Şimdi buraya kadar söylediğim her şeyi unutun. Bunlar hiç olmadı. Yani öyle gün batımı falan yaşanmadı. Bu Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün hayalinden geçmişti belki de. Bir yerden bir başka yere giderken “bir şey” için hareket ederiz. O bir şey bizi ya rahatsız edecektir ya da mutlu kılacaktır. Fakat Kadıköy’e gitmek, inmek, varmak veya orada yaşamak bu ikircikli durumdan yalıtılmış gibidir. Kadıköy’e “bir şey” için gidilmez. Kadıköy’e bütün nedenlerinizle sökün edersiniz. Sulhi Ceylan da böyle düşünüyor mudur acaba? Bilemem fakat o, bu sokakların orucu olmadığını deneyledi.
***
Gürültüden kaçsak da sığınmak için bir aralık dâhi bulamayacak kadar kendi içine doğru sıkılan bu şehrin manzarası karşısında dostlar ve onların sohbeti de olmasa tüm işittiklerimiz bir zaman sonra bir sanrı olarak karşımıza çıkacaktır. Sanrılardan sonra küçük sarsıntılarla başlayacak içteki münakaşa, gerçek diye bilinen, deve güreşinden bozma sahte fikir mütalaalarının önünde kedinin karşısındaki fare kadar zavallı sayılabilir mi? Çok mu uzun bir cümle oldu sevgili okur? Oğuz Atay’dan miras bu sesleniş, sakladığım en kıymetli eşyalarımdan biri: “Ben buradayım sevgili okuyucum. Sen neredesin acaba?” Bir cümle, bir kelime ya da bir sesleniş nasıl eşya olabilir diye sormayın. Bal gibi olur. Kelimeler paha biçilmez eşyamızdır bizim. Mehmet Erikli de benimle bu manada akraba.
***
Üç arkadaş, gün doğumunu Moda’da seyretmek için yola koyulduğunda vakit yediyi çoktan geçmişti. Evlerin balkonlarında boşluğa renk veren begonyaların, kasımpatıların, menekşelerin gene insanı tazeleyen görünümleri ne iyi… Papatyaların da olduğu bir balkon görebilseydik diye iç geçirmişler miydi? Aslında çiçekler pek konuşulmadı Moda’ya doğru çıkan üç adam arasında. Onlar daha çok içlerindeki dikenli, çorak dağları yıkıp kendi oluşuna koşmak isteyen diye başladığım sözümü çok da afili bitirmek isterdim fakat aciz adamlardı onlar. Yok, onlarda bir şey… “Olanı da peyderpey eritiyor nefsimiz. Nefsimiz ne kadar da azgın!” Derken bu üç adamın önlerinden birer ikişer sevgililer geçiyor… Kadınlardan biri öylesine bir gevezelik içinde ki yanındaki adam onu duymamak için Muhammed Ali’den aparkat yemeye razı. Vaziyet bu ya bir anda “yeter be kadın, yeter.” diye bağırıyor sokağın kıyısında. Kadın, kem küm ediyor. Şaşırmaların anası sanki… Öyle bir ima var suratında. Adam çok geçmeden pişman bir vaziyette kadının “kem küm”lerini yerden apar topar kaldırıyor. Tozlanan “kem küm”ler bir mendilin içine sarmalanıp adamın iç cebine giriyor. Sonra kadın “hayır” diyor. “Ver onları bana.” Kadın sinirden titreyen elleriyle işporta marka çantasını açıyor ve sarılı “kem küm”lerini çantasının bir gözüne koyuyor. Sonra adama dönüp şöyle diyor: “Bunlar hep delil. Bunlar senin bana el âlemin içinde ettiklerinin hikâyesi” diyor. Üç adam şaşa kalmıyorlar bu duruma çünkü Kadıköy’de böylesi durumlara alışıklar. Hiçbir şeyle karşılaşmamış gibi, sanki onlardan başka kimse o gün Kadıköy’de yokmuş gibi yürüyüp Yokuş’a varıyorlar. Yokuş… İki çaydan sonra çenelerin açıldığı, şiirin saltanatının, öykünün, fikrin, zikrin orta yere çadır kurduğu bir mekân… Yokuş, yani Orhan Abi. Orhan Abi, yani Yokuş…
***
Yer Çekimli Karanfil durağından kalkıp, yer çekimsiz bir dünyanın tepesine konanlar bir tarafa “Güneşin Yazdığı” üç adam şöyle fısıldıyor:
Alıştık bakıvermeye, az şey mi balkonda deniz
Son gözlerimizi harcadık, en çok da güneşin tuttuğu
Sırası gelmişken söyliyeyim de
Biz onunla güneşi, suyu aşka çeviriyoruz
Bana uzun mu uzun portakal dilimleri anlatıyor
Duvarları boyatıyor her sonbaharda
Şimdiyse ne yapalım? Bilemiyoruz.*
***
“Ne zaman herhangi bir şeyi tamamlasam, şaşkına dönüyorum.” diyor Pessoa. Üç adam neyi tamamladığını bilecek mi? Kadıköy’den ayrılırken üçünün yüzünde de şaşkına dönmüş bir Pessoa duruyordu. Onlar tıpkı Pessoa gibi şaşkına dönmekle kalmıyor, üzülüyorlardı da. Neye? Geçen ve tamamlanmadan bırakılan her “boş” vakte… Böylece günleri erdi geceye.
*Edip Cansever
4 Yorum