Feyyaz Kandemir’e Yöneltilen Okuyucu Soruları
Ali İhsan Bilgiç: Allah’ın selamı ve bereketi üzerinize olsun. İlmi ve kalemi O’nu anlatmaya adayanların yolu açık olsun. Evvela özlendiğinizi bilmenizi isterim. Yüz yüze görüşmek nasip olanları da olmayanları da çok seviyoruz. Dertlenmek güzel. Hele ümmet için dertlenmek çok daha güzel. Bu dertle yol almak mühim. Ancak “farkındalık oluşturmanın ötesinde bir şeyler yapılabilir mi, ya da nasıl yapılır?” yıllardır bu soruyu sormaktayım. Şöyle ki, üniversitelerde gençlik kulüpleri, gençlik dernekleri, onlarca dertli yazar ve bir o kadar yayınevleri, dergiler, gazeteler, internet siteleri ama sanki bir şey eksik! Bu eksik olan şeyden dolayı:
* Fransız Cumhurbaşkanı “bizim derdimiz halkınız ile değil, sizi yönetenlerle” cümlesini kullanır ve tepki veririz. Maraş ilimizin nasıl Kahramanmaraş olduğunu yazar-çizeriz ancak Kahramanmaraş ili dâhil tüm yurdumuzda Fransız menşeili ürünleri alıp kullanmaya devam ederiz.
* İngilizlerin, Fransızların tüm dünyayı sömürdükleri hatta sömürge anlaşmaları yaptıkları ve de günümüz zenginliklerinin temellerinde bunların olduğunu biliriz ancak Avrupa bizde kalite ölçüsüdür. Sokaklarımızda Arapça dışında yabancı dilde yazılmış mekân isimleri garipsenmez.
* Amerika’nın yıkılması belki tüm dünyayı sevindirecektir lâkin yıkılamayacağını düşünürüz.
* Hepimiz küçük, şirin, bahçeli evimizde yaşamayı hayal edip on yıllarımızı apartman daireleri almak için borç içinde geçiririz. Günün sonunda yaşadığımız metropole araba mesafesinde bir beldede hobi bahçesinde hafta sonu geçirerek buluyoruz kendimizi.
Dahasını yazmak mümkün elbette. Birkaç örnek birçok örneğin zihinlerde canlanmasına vesile olmuştur sanırım. Velhasıl acı veren değişik vesilelerle fikri olarak gelişmiş bireylerin sistemi kabul edip geçim derdinde ömrü tüketmeleri. Şimdi aklımdaki asıl soruya gelelim üstadım.
Biz farkındalık oluşturduğumuz nesilleri putperest mi yapıyoruz? Putu gösterip, tarif edip, ondan kaçınmamız gerektiğini söyleyip, gerçek yolun puta yönelmek olmadığını söyleyip sonra da ona yönelmeden de bu devirde olmuyor inancını mı veriyoruz?
Feyyaz Kandemir: Aleykümselam Ali İhsan hocam. İlk soruyu kısaca şöyle anlıyorum: Biz idealist geçinen maslahatçılar mıyız?
Önce kısa bir cevap vereyim: Evet, çok büyük kısmımız öyle, ne yazık ki.
Devamında yazacaklarım ilk soruya ne kadar cevap olur bilmem, madem sen içini döktün, ben de dökeyim, hasbihal etmiş olalım. Bahsettiğin meselelere dair ne düşündüğümü tam olarak söylemek istemiyorum çünkü düşüncelerimin birçok insana radikal geleceğini tahmin ediyorum. Seninle yüz yüze görüştüğümüzde istersen anlatırım. Şimdi yaşadığım birkaç hadise üzerinden bazı çıkarımlar yapacağım, inşallah nispeten de olsa seni tatmin edecek bir cevap vermiş olurum.
Bir keresinde üniversite öğrencileriyle birlikteyiz; senin bahsettiğin gibi mühendis kulübü ve iktisat kulübü üyesi öğrenciler var ortamda. Türkiye’nin büyük teknolojik adımlar atabilecek bir ülke olduğunu, iktisadî büyümenin ve refahın yakın bir gelecekte bizi beklediğini falan konuşuyorlar. Bilirsin, bu tür konular açıldığında laf dönüp dolaşıp bor madenine gelir. “Dünyadaki bor madeninin yüzde bilmem kaçı bizim ülkemizde bulunuyor” denir. Yine öyle oldu. Bor madeni vesilesiyle ulaşacağımız imkânlardan, elde edeceğimiz güçten bahsedildi. Yaklaşık bir saat müdahil olmadan dinledikten sonra, “Bir şey sormak istiyorum” diyerek söze karıştım; “Yanılmıyorsam bor madeni kendini yenileyemeyen bir enerji kaynağı, petrol vs. gibi. Kendini yenileyemeyen bu bor madenini işleyip kullandığımızda Allah’ın arzından bir şeyi eksiltmiş olacağız, bu da yeni tabiat sorunlarına yol açacak ve bizi bugün gücü elinde bulunduran gâvurlarla aynı yerde konumlandıracak. Onlar tabiata tahakküm ettiler, siz bir anlamda bizim de tahakküm etmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Oysa bu kâinat bize bir emanet. Bizim gâvurlardan bir farkımızın olması gerekmiyor mu? Bor madenini petrolün, doğal gazın bir alternatifi olarak görmek yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemiz daha Müslümanca ve insanca bir tavır olmaz mı?” diye sordum. Hakkaniyetli bir arkadaş, “Evet, tam da dediğin gibi olacak ne yazık ki, muhtemel yeni tabiat sorunlarına yol açacak ve biz de bu sorunlara mani olmak adına bir şey yapmıyoruz; gerçi yapılabilir mi onu da bilmiyoruz” dedi. Grubun lideri hemen beni tahfif etme niyetiyle sazı eline aldı; “Hele biz bor madenini çıkartıp işleyelim, yeterli gücü elde edelim, senin dediklerini o zaman düşünürüz” dedi; sonra ortamdaki diğer arkadaşlara dönerek şunları ekledi, “Arkadaşlar bu edebiyatçılar, şairler böyle işte, her şeyi eleştirirler, her işte bir bit yeniği ararlar. Anca laf! Emin olun bunlara kalsak bizden hiçbir halt olmaz!”
Başka bir ortamda yine bir arkadaşım, “Devir oyun devri, her şey sanal artık, elin Amerikalısı bir oyun yazıyor, milyarlarca dolar para kazanıyor, bizim oyun yazacak yazılımcılar yetiştirmemiz lâzım” demişti. “O oyunların insanlığa ne faydası var? Zamanı israf etmekten başka neye yarıyorlar? Biz Müslümanlar olarak nasıl böyle bayağı işlere talip olabiliriz?” diye sordum, o da benzer bir tepkiyle savuşturdu beni. Bu arkadaşların idealist bir tarafları da var. Ama işte maslahatçılık idealist taraflarını köreltmiş. Pragmatist olmuşlar. Şairane olarak mukim kalmak isteyenleri küçümsüyorlar, anekdotlarda görüldüğü gibi. Hâlbuki neyi niye savunduklarının ve nerede durduklarının farkında değiller.
Farkındalık, durduğumuz yerin bilgisidir. Nerede duruyorsan, insana ve eşyaya oradan bakıyorsun. İnsana ve eşyaya bakışında bir sorun varsa, durduğun yer, yani bakış açın sorunludur. Bor madenine petrolün alternatifi olarak bakan, sanal dünyayı yazacağı oyunlarla tahkim etmek isteyen insanların, durdukları yerin sorunlu olduğu kanaatindeyim. Sarıçiçeğe soru soran, su içtiği tasın kendisine merhaba dediğini duyan şairleri bu insanlara sık sık hatırlatmak gerekiyor. Bindiği dalı kesen, göle maya çalan, eşeğe ters binen Nasreddin Hoca’dan bahsetmek gerekiyor.
Evet, dünyaya Nasreddin Hoca’nın durduğu yerden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. O son derece gerçekçi bir insandı. Onun fıkralarında (olması gereken = ideal) ile (olan = gerçek) iç içedir. İkisi arasında bir fark neredeyse yok gibidir. Tam da bu yüzden yaptıkları bize absürt gelir; biz onun gibi ideal ile gerçeğin iç içe olduğu yerden değil, gerçeğin sınırları içinden bakarız fıkradaki olaylara, şaşırıp kalır veya gülüp geçeriz. Mesela Hoca bindiği dalı keser çünkü ayakları yere basmadan yol alamayacağının farkındadır. Biz “Ağaçtan inebilir veya atlayabilirdi, niçin bindiği dalı kesti?” diye, şaşkınlıkla sorarız. Niçin ağaçtan inmek veya atlamak yerine bindiği dalı kesme iradesini göstermiştir? İsmet Özel’den bir alıntı kavrayışımıza katkı sağlayabilir: “Gerçekçi olmak dayatılan gerçeği kabullenerek yeni şartlardan yararlanma yoluna girmekle değil, gerçeği eleştirerek yeni bir gerçekçilik yolunu açma çabasını göze almakla mümkün.” Nasreddin Hoca bindiği dalı keserek dayatılan gerçeği eleştirmiş, yere düşme pahasına yeni bir gerçek(çi)lik yolunu açmayı göze almış, diyebiliriz. İdeal olan insanın ayaklarının yere basmasıdır. Eğer ayaklarımızın yere basmadığı, âdeta dalın üzerinde durmaya zorlandığımız tuhaf bir gerçekliğin içinde bulunuyorsak, o dalı kesmek, o gerçekliği eleştirmek durumundayız. Göle maya çalmak bize, “Nice az topluluklar, Allah’ın izni ile nice çok topluluklara galip gelmiştir (Bakara 249).” ayetini hatırlatmalıdır. Eşeğe ters binmekten, sistemin saçma sapan dayatmalarına karşı bir tavır öğrenebilir, hatta tarih felsefesi devşirebiliriz. Nasreddin Hoca’nın farkındalığına ve gözü pekliğine ihtiyacımız var kanaatimce. Mevcut gerçekliğin bir aktörü olmak yerine, bizim belirleyici olacağımız bir gerçekliğin imkânlarını yoklamalıyız.
Ali İhsan Bilgiç: “İmza günü düzenleyen ilk Türk yazar kimdir?” Bu gelenek nasıl ülkemize gelmiştir? Bu gerçekten gerekli ve de sürdürülmesi gereken bir gelenek midir?
Feyyaz Kandemir: İmza günü düzenleyen ilk Türk yazarının kim olduğunu bilmiyorum. Beşir Ayvazoğlu’na sormak lâzım. Modern öncesi (klasik) dönemde eser sahibinden daha fazla eserin kendisi önemsenirdi. Lâedri mahlası var, adlarını bilmediğimiz birçok kudretli şair bu mahlasla şiir söylemiş. Anonimleşmek kötü bir şey olarak görülmemiş. “Söyleyene değil söylenene/söyletene bak.” tabirinden anlaşılacağı gibi, sözün sahibinden ziyade, sözün kendisi ve ilham edicisi öne çıkıyor.
Mesela Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk’ta bütün şairlere meydan okuduktan, kendisinden başka şair olmadığını söyledikten hemen sonra şöyle der: “Ey hâme eser senin değildir / Ey şeb bu seher senin değildir.” Hame, kalem demektir ve Mevlevîlikte insanı temsil eder. Allah’ın bir ismi de Sani’ (asıl sanatkâr) olduğu için, meydana getirilen bir güzellikte hep asıl sanatkâr görülmeye çalışılır. Klasik dönemde, merkezinde İlah’ın yer aldığı bir varlık hiyerarşisi ve buna bağlı şekillenmiş bir paradigma vardı; sözü söyleyen bu paradigmaya göre söylüyordu, anlayan ve yorumlayan da aynı durumdaydı. Fakat modern dönemde varlık hiyerarşisinin merkezine insan yerleştirildiği için, yazar eserden önce gelir. Bugün söylenen kadar söyleyene de bakmamız gerekiyor, aksi hâlde söyleneni anlamak pek de kolay olmuyor. Yazarın biyografisini bilmeden, söylediği sözün nerelere gittiğini kestirebilmek güç. Bu güçlüğü aşabilmek için yazarın niyeti, metnin niyeti ve okurun niyeti üzerine okuma teorileri geliştiriliyor. Bu manada imza günleri ve söyleşiler yazarın daha iyi tanınmasına, eserlerinin doğru anlaşılmasına ve okurlarıyla verimli bir ilişki kurmasına vesile olabilir. Buna karşı çıkmanın bir faydası olmaz sanıyorum. Bildiğim kadarıyla Sezai Karakoç kitap imzalamaya sıcak bakmazmış. Onun gibi idealist bir tavır gösterenleri de hürmetle karşılamak gerekir. Belki de üstad hâl diliyle, söyleyene değil, söylenene ve söyletene bakın demek istiyordur, kim bilir?