Yine bir Çarşamba akşamı kendimizi aynada görme niyetiyle Üsküdar’dayız. Abbara’nın bir köşesine geçmiş kendinden kendine yol arayan uyumsuzların gelmesini bekliyoruz. Bekliyoruz çünkü eğer insan kanıyorsa, diğer kanayanları görmek ister. Önce kendisi gibi olanların varlığına sevinir, sonra kendisi gibi yaralı oldukları için üzülür sonraysa yaranın felsefesini yapar. İşte biz de yaranın felsefesini yapmak ve yaranın kendisi ile yüzleşmek için Abbara’da buluştuk.
Biliyorsunuz artık Üsküdar’dayız. Gerçi Üsküdar artık eski Üsküdar değil, bizim eski biz olmadığımız gibi ama yine de insan nedense nostaljiye yol arıyor. Evet Üsküdür, Marmaray istasyonunun açılmasından sonra değişti. Bir kalabalıklaştı. Kendini aramayan insanların geçit yeri oldu. Ve de aramakla bulmak arasındaki bağlantıyı düşünmeyen insanların geçit yeri.
Dünyayı değiştirmek gibi bir derdimiz var. Bunu biliyorsunuz. Ve bu gaye için evvela kendimizi değiştirmemiz gerektiğini biliyoruz. Değişmenin “değmek” ile alakalı olduğunu da biliyoruz. Değmekle, yani dokunmak ve temas etmekle… Bundan dolayıdır ki sesimiz sesimize, bakışlarımız bakışlarımıza değsin istiyoruz. Mesela içimizden birisi Cennet’in nasıl bir yer olduğunu merak ettiğinde, bir diğeri ona “İçindeki cehennemi söndür ki, için cennet kesilsin” diyebilmelidir.
Neler mi oldu? İlk önce İbrahim’in feminizm hakkındaki görüşlerini dinledik, sonra kelam ve felsefenin yola çıkış gayelerini ve dayanak noktalarını Sulhi’den dinledik. Türkoloji’nin ne menem bir şey olduğuna ise Feyyaz değindi. Sonra cennet ve cehennemin hakikatine kulak kabarttık. İnsanın cennet ve cehennemi öncelikle içinde bulması gerektiğini ve cehennemin sevgiliden uzak olmak olduğunu idrak ettik. İdrakimizin inceldiği yerde Yunus Emre hazretleri elimizden tuttu:
Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanaram dün ü günü, bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirem, ne yokluğa yerinirem
Aşkın ile avunuram, bana seni gerek seni
Aşkın âşıklar öldürür, aşk deryasına daldırır
Tecelli ile doldurur, bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem, Mecnun olup dağa düşem
Sensin dün ü gün endişem, bana seni gerek seni
Sûfilere sohbet gerek, âhilere ahret gerek
Mecnunlara Leylî gerek, bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler, külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra, bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları, bana seni gerek seni
Yunus çağırırlar adım, gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum, bana seni gerek seni
Madem “Mecnunlara Leylî gerek” demiş koca Yunus biz de Leylî’yi bulmak için kalbimize yöneldik. İşte ne olduysa o anda oldu. Bir anda Kadıköy’ün ruhunu Üsküdar’da gördük. “Hani bendim Leylî, siz neden Üsküdar’dasınız?” dercesine karşımıza dikilmişti. O an bir sessizlik geldi ve Üsküdar’ın üstüne çöktü. Kimse başını kıpırdatamıyor ve kurtuluşu yine kalplerinde bulacağını biliyordu. Hâlbuki biz Kadıköy’ü özlemek için Üsküdar’a gelmiştik. Ayrılık aşkı büyütüyordu çünkü. Her an aşkımızın artmasını istiyor ve bunun için yâre yüzümüzü dönmüyorduk. Yâre sırtını dönmenin acısını ancak yâre deli gibi âşık olanlar bilirdi. Ve biz bunları kalp dilimizde haykırdık.
Kalplerimizi okuyan Kadıköy, usulca eteklerini topladı. Ceplerinden dökülen günahları toplayıp kör bir yarasa gibi kendini sağa sola çarpa çarpa Bahariye’ye yöneldi. İşte o an cennet ve cehennemi insanın kendi içinde nasıl bulabileceğini anladık. Tevhidin, zıtların birliği olarak tecellisini gördüğümüzde kalbimizden insan-ı kâmile boyun büküp kendimizi Üsküdar’ın günaha hasret sokaklarına bıraktık.
Edebifikir Haber Ajansı