Hayat gittikçe giriftleşiyor. Nefes aldığımız günler içinde doğru ile yanlışı, önemli ile değerli olanı ayırt edebilmek son derece zorlaştı. Menfaat denen put tüm ilişkilerin baş aktörü artık. İşte böylesine hengâmeli günlerde Edebifikir ekibi “Senin şiirin kavgandır” mottosuyla Kadıköy sanat meydanını kavga şiirleriyle dövdü.
Olay şöyle gerçekleşti.
Saat 19:35’de Osmanağa Cami önünde buluşan ekip sessiz ama kendinden emin adımlarla sanat meydanına doğru adımlarını atmaya başladı. Meydana geldiklerinde, az sonra olacaklardan habersiz insanlar, meydanın dört bir yanından yetişmek zorunda oldukları hayata doğru koşturuyorlardı. Çünkü hayat, yetişilmesi gereken bir şeydi. Her an ürkek bir serçe gibi ellerinden kaçıyor ve onlar da biteviye bu serçenin arkasından belki de hayallerinin ama kendilerine dikte edilen hayallerinin peşinden koşuyordu. İthal hayaller insanı ne kadar koşturabilirse o kadar.
Saatler 19.43’ü gösterirken, Sulhi Ceylan alkışlar eşliğinde meydanın ortasına geçip şiirini okumaya başladı. Şiir, kavganın ifade biçimiydi, haykırışı belki de… Arayışın ve bulamayışın çilesinde metafizik bir söylemin ritmik ve de estetik bir kurşunuydu şiir. Edebifikir ekibi bunu biliyordu. Sulhi’nin ardından Adem Suvağcı, Cahit Zarifoğlu’nun “Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler Kançanağı Anlamında” şiirini okumaya başladı. Şiirin;
“dilediğim en güzel hayat
çöplerin içinde rüya aradım
düştümse eğer sana bakarken düştüm” mısraına geldiğinde etrafımızdan geçen kalabalık bir an durdu. Bir şey olmuştu, herkes biliyor ama kimse adını koyamıyordu. Halkın, silkelenip kendine gelmeye çalıştığını gören Oğuzhan Yılmaz, meydanın ortasına geçip, Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Dinle İmanım” şiirini okumaya başladı. İnsanların uyanması gerekiyordu ama kendi iradeleri ile… İradesi alınmış bir insanın kendi olmasına imkân yoktu. Oğuzhan;
“Ham ervah her yerde var yığın yığın,
Nedir onlar ile verip aldığın?
Uzlete mail ol, gönlüne sığın,
Cihan gönül kadar geniş değildir!” kıtasını okuduğunda birden ortalık aydınlanıverdi. Sanki gece gitmiş ve yerine gündüz gelmişti. Gece ve gündüz gelen bir şeydi. Herkes başını gökyüzüne çevirmiş ve bir cevap arıyordu. Hemen Mehmet Yönden, sahneye atladı ve cevap bende deyip Cemal Safi’nin “Tek Hece Aşk” şiirini okumaya başladı. Aydınlık yavaş yavaş azalıyor ama bu sefer karanlığın içinden bir ışık kendini belli etmeye çalışıyordu. Görmek isteyen görebiliyordu çünkü istemenin içinde bir sır vardı ve sadece ehli biliyordu.
“İlahimle Mevlana’yı döndürdüm.
Yunus’umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla’danım, hayır benim, şer benim.” dizeleri Kadıköy’ün üstüne yağdığında, tamam dedik, şimdi herkes kendinden soyunacak. Çünkü kendinden soyunmadıkça kimse aşka eremezdi. Mehmet yanımıza geldiğinde kendinden geçmiş bir haldeydi. Üzerinde yorgunluk, yüzünde huzur izi vardı. Durumu gören Muhammed Furkan Kâhya, durun kalabalıklar dedi ve Yavuz Bülent Bakiler’in “Şaşırdım Kaldım İşte” şiirini okumaya başladı.
Şaşırdım kaldım işte
Bilmem ki nemsin
Bazen kız kardeşimsin
Bazen öp öz annemsin
Sultanımsın susunca
Konuşunca kölemsin
Eksilmeyen çilemsin
Orada ufuk çizgim
Burda yanım yöremsin
Beni ruh gibi saran
Sonsuzluk dairemsin
Muhammed Furkan, okumasını bitirince arkadaşlarının yüzüne baktı. Kimsenin göremediğini, birbirlerinin yüzlerinde okuyorlardı. Okuduklarını söylemeye ise dilleri varmıyordu. Anlaşılmamanın verdiği acı ama görevini yerine getirmiş olmanın bilinci ile sessizce toplanıp Çaykolik’e doğru yollanan ekip, geçip gidenin zaman değil insan olduğunu ve insanın her an kayıpta olduğunu çok iyi biliyordu. Biraz sonra Çaykolik’e varılacak ve demli çaylarını içerken aslında doludizgin atlarla kendilerinden kaçtıklarını ve bu kaçışa Kadıköy’ü şahit tuttuklarını biliyorlardı.
Edebifikir