Neden Üsküdar değil de Kadıköy? Bir nedeni yok. İnsan kendine kolay geleni yapar. Buna “meyyal olduğunu” da diyebiliriz. Açıkçası Kadıköy’ü mekân olarak seçmemizde “Kadıköylülerin Aziz Babası Kadiri Mahmut Baba” hazretlerinin dahli olduğunu düşünüyoruz. Kendisi, Kadıköy İtfaiye İstasyonu’nun az ilerisinde medfun. Gerçi bu bizim değerlendirmemiz, belki de nefsimizin elinde oyuncak olup kendimizi Kadıköy’de bulmuş olabiliriz. Sonuçta insandan bahsediyoruz, kendini bilmekten kilometrelerce uzak canlı! Bu arada Kadiri Mahmut Baba’nın hayatını şurada yazmıştık: https://edebifikir.com/deneme/kadikoylulerin-aziz-babasi-kadiri-mahmut-baba.html
Cuma akşamı, günlerin üzerimizde biriken ağırlığını da alıp Kadıköy’e geldik. Geldik çünkü ağırlıklarımızı birbirimize göstermek istiyorduk. İlkin Sulhi gözüktü, insanların kendini unutmada yarıştığı Kadıköy sokaklarında. Sonra Muhammed Furkan…
Bir çay ocağına geçip çaylarını söylediklerinde Sulhi, Elif Sofya’nın şiir kitabından Furkan’a şiirler okumaya başlamıştı: “Kendi kesiklerini kendisi diken / Bütün yaraların yaması olmaya razı / Benden ölüm geçti / Ki geçerdi her zaman” Şiir, şiiri çağırırken telefonumuz çaldı. Arayan Ömer Ertürk idi. Buluşma yerinin değiştiğini duyan Ömer’in içindeki Donkişot bir an ortamı yokladıysa da olayın kendisiyle alakasının olmadığını anlayıp savaşına geri döndü.
Ömer Ertürk ve Feyyaz Kandemir elleri dolu bir şekilde çay ocağına girdiklerinde Furkan’ın yüzü gülmeye başlamıştı. İnsan acıkan bir varlıktı sonuçta. Annelerin, çocukları yemek yerken mutlu olmalarını düşündüler bir ara. Bir ara kendilerine gelmek istemediler. Bir ara çaylar tazelendi. Bir ara Ömer, “yalnız hüznü vardır kalbi olanın” dizesini masanın üstüne bırakmak istedi ama masada yer olmadığını görünce içinde tuttu.
Feyyaz Kandemir iki haftadır yoktu. Memleketine gitmiş. Gelir gelmez biriktirdiği anılarını bizle paylaştı. Heyecanı hepimizi sarmıştı. Birden Sinan Paşa’nın “Tazarruʼnâme” adlı eserinden bahsetmeye ve projelerini anlatmaya başladı. Bu esnada Furkan’ın konuya hiç dâhil olmadığını ve pür dikkat yemeye odaklandığını fark ettik; ama elimizden bir şey gelmedi. Ömer aldığı yeni kitapları masaya koyup “Hatıratlar tarihin gizli odalarıdır, içine girmeden bir hainle mi yoksa bir kahramanla mı muhatap olduğunuzu tam anlamıyla bilemezsiniz” diyerek Enver Paşa’nın yaveri Yenibahçeli Şükür Bey’in hatıratını tanıttı. Bu esnada Murat abi de halkaya dâhil oldu. Yüzünde yılların yorgunluğu ve “Ne olacak peki?” sorusu vardı. Gerçi cevapları da bulmuştu ama bir sorunun peşinde gitmenin hayata anlam verdiğinin bilincindeydi. Derken Murat abi “Gençler ben bu akşam sizi dinlemeye geldim” dedi. Bu sözler karşısında Ömer Ertürk teziyle ilgili elde edeceği ipuçlarını alamayacak olmanın korkusuyla ufak bir tansiyon-şeker problemi yaşadıysa da Sulhi kendisine müdahale edip “halledeceğiz” diyerek sakinleştirdi. Ve nasıl olduysa Ömer defter ve kalemini alıp, Murat abiyi yediklerini boğazına dizecek bir tarzda soru yağmuruna tuttu. Yirmi dakikalık bir sohbet sonunda Ömer istediklerini almış olmanın mutluluğuyla “Çay alabilir miyiz?” diyerek Murat abiyi bir nebze de olsa âzad etmiş oldu.
Furkan’ın Murat abiye “Abi benden kimlik isteyen polislerden, bu işlemi tutanağa bağlar mısınız diyorum beni hemen bırakıyorlar” deyip ekibe dönerek “Sizden de kimlik istediklerin de bunu söyleyin” dese de Sulhi ve Ömer biz kimlikleri hemen çıkarıyoruz dediler. Avukat olunca böyle oluyor demek ki!
Sonra konu nasıl olduysa Türkiye’nin savunma sanayine ve SİHA’lara geldi. Murat abi SİHA’ların çok farklı siyasî etkiler oluşturduğunu, tüm dengeleri alt-üst ettiğini, gerek Rusya’nın gerek ABD’nin bundan rahatsız olduğunu anlattı. Tam bu esnada Sulhi Ceylan “Bir SİHA ne kadardır?” sorusunu sorarak tüm ekibi hayretler içinde bıraktı. Feyyaz’ın “İki-üç milyon dolar vardır” cevabına “Hay Allah” diyerek sukut u hayale uğradı. Sonra masadakilerin üzerine savaşsız bir dünya hayal edememenin acısını bıraktı.
Rıza Tevfik, Filibeli Ahmed Hilmi, Mehmed Ali Ayni, İstanbul Üniversitesi’nin yüksek lisans başvurularını kırk gün uzatması, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Edebifikir için projeler derken ekip yeterince konuşamadıklarını yine anladıklarında gece yarısı olmuştu bile. Ömer “Sezai Karakoç’un ‘tren kaçırmış gibiyim sana’ veda cümlesine meftun olsam da otobüsü kaçırmayı göze alamam” diyerek veda vaktinin geldiğini söyleyip kalktı.
Sulhi Feyyaz’a, Feyyaz Murat abiye, Murat abi Furkan’a, Furkan Sulhi’ye bakıp ve bu döngü böyle devam ederken ekip sessizce yerlerinden kalktı. Yürüyorlardı. Eve dönecek olmanın hüznü üstlerine sinmişti. Yine bir şeyleri yarım bırakmış olmanın acısını ellerinde hissediyorlardı. Dünyayı kurtaramamışlardı. Tek yol, geceye Elif Sofya’nın dizelerini bırakıp sokaklarda kaybolmaktı: “Kalp zamanda ilerliyor en yaşlı akrep / Saatlerin sahteliğiyle batıyor gün / Batıyor etimize tarih diye bir bıçak”
Edebifikir Haber Ajansı
2 Yorum