Güzün Boz Bulanık Saçlarını Taramak

Yine buluştuk. Buluştuk, çünkü konuşmamız gerekiyordu. Konuştukça arınmayacağımızı biliyorduk ama yine de saatlerce dertleştik. Belki de birimizin cümlesi diğerimize panzehir olurdu. En azından çözüm için ipucu… Sonra üç yazarımız, buluşmayı kendi sesinden dillendirdi. 

***

Feyyaz Kandemir

Hayâlî bir dille konuşuyoruz, Sulhi abiyi zarflıyorum Kadıköy’de buluşmak için: “Dediler kim hazân eyyâmı geldi vakt-i işrettir.”

Kabz hâlinde olduğunu bir haftadır sezmekteyim, “gel” diyorum, “gel de seni bıkkın ve sıkkın hâlinden azad edeyim.”

“Tamam” diyor, buluşalım. Sonra bir kendine, bir de güzün boz bulanık saçlarına, bulutlara bakıyor ve hayâlî bir dille şu mısraı mırıldanıyor: “Bahârından ne buldum kim bulam ânın hazânından”

Edebifikir’in beş yazarı buluşuyoruz. İkimizden başka Ömer Ertürk, Mehmet Erikli ve Süleyman Mete de var. Erikli ve Mete’nin gelmesinden ziyadesiyle memnunum, üçümüz de aynı kalemdeniz, efkârımıza tütün dumanı eşlik ediyor. Ertürk tütünü bırakmış, üzerine sinen kütüphane ve sahaf tozunu alın teriyle birleştirerek tezini tezyin etmek isteyen bir adamın haklı yorgunluğu içinde bizi seyrederken, içten içe “yoksa tütünü bırakmasa mı idim?” diye soruyor, ezgin gelgitler yaşıyordu.

Çaykolik’in küçürek masasına Sinan Paşa’yı, Enver Paşa’yı, Fazıl Ahmed Paşa’yı, Hilmi Ziya’yı, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i, Cumhurbaşkanlığı ödüllerini bırakıyoruz. Yetmiyor Nizamiye Medreselerini, Girit Adasını, Evliya Çelebi’yi, Kâtip Çelebi’yi, İttihat ve Terakki’yi koyuyoruz. Masada tık yok. Sonra İletişim Yayınlarının garabet Türkçesini ekleyince, artık masa bu kadarını kaldıramaz deyip Çaykolik’ten ayrılıyor, Bahariye’den Moda’ya Kadıköy’ün etrafında hilal çizerken, sokakların bağrına, görünce ancak bizim tanıyabileceğimiz işaretler bırakıyoruz: “Adımlarımız birer hüzün damgasıdır sokaklarda”

Ömer Ertürk

Kütüphaneden çıkıp vapura bindiğimde yağmur başlamıştı. Yağmurun ummana kavuşması gibi ben de büyük buluşmaya doğru gidiyordum. Vapur Kadıköy sahiline ulaştığında Şeyh Sa’di Şirâzî’nin;

“Be-derya der menâfi bi-şumarest / Eger hahi selamet der kenarest” beytini idrak ederek buluşma yerine doğru yürüdüm.

İlkin Feyyaz karşıladı beni, ardından Sulhi Ceylan ve akabinde Mehmed Erikli ile Süleyman Mete dâhil oldular masaya. Cumhurbaşkanlığı ödüllerinin edebiyat alanında başka kimlere verilebileceğine dair fikirler beyan edildi. Bir ara Şeyh Galib masamıza teşrif edip tedbir-tevekkül çizgisinde benliğin acziyetini idrakimize yardımcı oldu. Bir ara Süleyman olmanın zorluğuna dair bir haşyet kapladı içimizi. Bir ara şeytanın bile “acaba beni de mi affedecek” düşüncesine kapıldığı Allah’ın rahmeti kapladı içimizi.

Sonra Mehmed Erikli yazmak için gezip-görmem gerek diyerek bizi Bahariye sokaklarına götürdü. Kitapçıya girdiğimizde -gün boyu İletişim Yayınları’nın Türkçeye yaptığı zulmü eleştirmiş olan bana, Feyyaz’ın, İletişim Yayınları’ndan çıkan Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü kitabını uzatmasıyla- “Allah insanı iddiasından vurur” sözü karşıladı beni. Kadıköy’ün albenisine dalan nefsimi, Sulhi Ceylan’ın “Kadıköy gökkuşağı gibidir, o renkler içinde vahdetini bulmalısın. Tecellilerin çokluğu yolunu kesret çölünü düşürmesin!” sözleri tokatladı. Adımlarımız şehrin gürültüsünde izbe sokaklara doğru atılırken içimizdeki çalar saat vaktin geldiğini haber verdi: Ayrılmalıydık. Yola koyulduğumda yağmur yeniden yağmaya başlamıştı, dudaklarımda Sezai Karakoç’un dizeleri dolanıyordu:

“Onlara anlat yağmur karşılıklı yağar / Ruhların içindeki müzikle karşılıklı”

Sulhi Ceylan

Evet buluştuk. Ama bu her zamanki gibi bir buluşma değildi. Zaten “tekrar” kelimesi bir sanıdan ibaret. Tekrarda tekrar yoktur. İnsan işte, farkı göremeyince tekrardan dem vuruyor. Ve böylece kendi inşâ ettiği hapishanenin en büyük hücresinde pineklemeye başlıyor. Şu an size hücremden sesleniyorum. Siz, arkadaşların Kadıköy’de buluştuk demesine bakmayın. Her birimiz bir hücredeyiz ve ona isimler vermeye bayılıyoruz. Çünkü isimlendirdiğimiz an bizden bir parça oluyor ve acımız azalıyor. Kısacası koskocaman bir kandırmanın içindeyiz. Ve hepimiz de durumun farkında. Oyunu bozana kadar –mış gibi yapmaya devam ediyoruz.

Evet buluştuk. Feyyaz Kandemir, Ömer Ertürk, Mehmet Erikli ve Süleyman Mete… Feyyaz neşeli, ilimde ilerlemenin ve kendisine açılan yeni bakış açılarının büyüsü altında. Ömer coşkulu, tezini yazıyor olmanın verdiği güven ile yere basıyor. Mehmet sakin, dünyanın yükünü çekmeye gelmediğinin farkında. Süleyman huzursuz, korkuları ile yüzleşmekten yorgun ama savaşa devam ediyor. Ve ben bir hücrenin içinde konuşuyor olmanın verdiği kabz halinin geçmesini bekliyorum. Hayır diyorum hücrede değilim, burası Kadıköy!

Edebifikir Haber Ajansı

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • soru , 01/11/2020

    Her halimizi “olsun”a sığdırıp bir sözle rahatlamak mümkün mü? Mesela şöyle:

    “Mesrûr ve fâriğ ve emîn ol ki, sana yağmurun çemene yaptığını yapacağım.
    Ben senin gamını yerim; sen gam yeme. Ben sana yüz babadan daha şefkat ediciyim.”

    • sanal derviş , 02/11/2020

      Kalem oynatmayı pek beceremem o sebeple şunu söylesem belki şifa olur karşılıklı, dünyada rahat yoktur.

    • soru , 02/11/2020

      muhakkak doğrudur. o zaman bir an önce dünyadan çıkışın yolunu bulmalıyız!
      ama dünya da nedir? “…gafil olmaktır; meta gümüş evlad ve kadın değildir.”
      yine de olmaz mı?
      aslında biliyorum ahir zaman, kat kat sarılıyız dünyayla, halimiz iyice kötü. ama madem ki insanız ve bağlanmak fıtratta var, ben de bu kadar bulanıklığıma gözümü kapayıp bir ihtimale, belki’ye bağlanacam diye uğraşıyorum işte. yetmiyor buralara da bulaştırmaya çalışıyorum. bunu yapmamdan anlaşılıyor işte saf olmadığı. keşke bana şöyle kaldırması ağır kötü bir söz söyleseniz.

    • ruh-u revan , 03/11/2020

      Kaldırması ağır kötü bir söz söylemek mi?
      Bir söz söyleyenecek ise umuda ve inanca dair olmalı!
      Yıllar öncesiydi, tedavisinin olmadığını söyledikleri bir hastalığın tanısını aldığımda, kör kuyularda merdivensiz bırakılmış gibi hissetmiştim.
      Bilmek, bulmak ve olmak için bir yolculuk olabilir miydi bu?
      “Neden ben?” sorusunun cevabını aradım uzunca bir müddet. Bilmeye çalıştım.
      Sonra bulmak için kapı kapı dolaştım, bazı kapıların yüzüme çarpılmasına, eli boş dönmeme aldırış etmeden devam ettim yoluma.
      Ya olmak?
      Belki de ona hiç sıra gelmeyecekti, olduğumu sandığım gün, öldüğüm gün olacaktı.
      Her şeye rağmen yepyeni başlangıçlar ile hayata tutunacak bahaneler aradım kendime.
      Kimseye bildirmedim derdimi.
      Kederimi ve hüznümü yalnızca Allah’a arz ettim.
      Tam düzeldi, artık bitti dediğimde yeniden nüks etti, bir hazân mevsiminde.
      Bu böyledir, imtihanlar olur ve herkesin derdi kendine ağır.
      Öleceğini bile bile umutla yaşamak.
      Yükünü hazır tutan yolcular gibi yaşamak. Şu naylon ve merhametsiz düzene verilecek en esaslı yanıtmış.

      Her anımızın mucizelerle dolu olduğunu hatırımızdan çıkarmayacak kadar umut dolu bir ömür dilerim herkese…

      Son söz;
      İyiyi ve kötüyü tanıdım, günahı ve fazileti, haklıyı ve haksızı; yargıladım ve yargılandım; doğumdan ve ölümden geçtim, sevinçten ve kederden, cennetten ve cehennemden; ve en sonunda anladım ki,
      ben her şeyle “Bir” im ve her şey benim içimde.

    • Sanalın bile dervişi olamadı , 05/11/2020

      Yola çık yoldan çıkma demişler ne güzelde söylemişler. Hüznümüzün neye ve kime olduğu belli. Bulunduğumuz mevki çileli, dertli ama şunu öğrendim ki derdin bile şifa getirdiği bir yol bu. Ne güzel öyleyse bu yolun derdi. Hisse hisse. Asıl mesele bu , yaşadıklarımızdan çıkacak hisse. Bilmiyorum ne söylemeye çalıştım şifa aramaktayım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir