Alibeyköy’den ne olur ne olmaz diye arabasıyla yola çıkan Feyyaz Kandemir bayram sevincinin hakkını vererek yol boyunca neşeyle çocukluk bilgilerini tekrarladı. Dini bayramlar iki taneydi, milli bayramlar ise dört tane… Gün hesabıyla ilki diğerinden daha uzundu ve en doğal hakkı olan bayram tatillerinde evden dışarı çıkarken acele davranmasına hiç gerek yoktu. Artık gazı keyiften ötürü köklüyordu. Sair zamanda Sulhi Ceylan’ın sataşmalarıyla gergef gibi sıkışan mağrur ruhu şimdi neredeyse don bürgünüp havalara uçacaktı. Telefonu eline alıp ayarlardan çağrı sesiyle değiştirdiği hatırlatıcıları bir bir kapattı ve ardından teyple bluetooth bağlantısı kurarak Neşet Ertaş’ın az bilinen neşeli parçasını açtı.
Mehmet Emir yola Samandıra’dan çıktı. Batı yönünde ilerlemenin ruhuna duyurduğu derin ızdırapla Samandıra’dan sağ salim ayrılmış olmanın yaşattığı tarifsiz huzuru müphemlik kaşığıyla birbirine karıştırdıktan sonra üstüne bir de ne dediğinin anlaşılmasına asla izin vermeyen ketum tohumu serperek tarifini kimsenin merak etmediği özel yemekten hazırladı. Kendi karnını iştahla doyurmasının ardından sıra hatırlı kaygılarını yemlemeye geldi ve kenara çekilip onları izlemeye başladı. Yazlık, kışlık, baharlık olarak kullandığı, haziresine de göz koyduğu Valide Atik’e bu denli yakın olup da dünyanın bambaşka ucunda gibi hissedeceği Kadıköy’de gün boyunca ne yapacaktı? En son yine böyle söz vermiş bulunduğu için yıllar önce gelip gezdiği semte silahsız ve yaya olarak dönmek bayram sevincine yakışacak mıydı?
Bakırköy’den yola çıkan Celal Kuru ise, uzun bir aradan sonra Edebifikir buluşmasına tekrar dahil olmanın acemiliğini üstünden atmak için euzü besmele çekti. Kadıköy’de sohbet ederken kullandığı sesini bile unutmuştu, boğazını temizleyip temrinler yaptı. Dile kolay gelen b sesini yoklayarak boşluk demeyi hatırladı ve hemen ardından “hep aynı boşluk” cümlesini kurdu. Otobüse binip de askıda sallanan tutamakları görünce otobüs tutamaklarının urgana benzediği korkunç bilgisini yine böyle bir Kadıköy yolunda keşfettiğini, eve dönerken hızlıca unuttuğunu hatırladı. En son gelen Celal Kuru’nun adımları Yel Değirmeni’ne doğru yaklaşırken neşeden bütün çakraları açılmış olan Feyyaz Kandemir sohbeti bölüp yanındakilere Celal Kuru’nun kokusunu duyduğunu bildirdi. Sözünü tamamladıktan biraz sonra selamun aleyküm cümlesi duyuldu.
Çaylara kömeler katık edildi. Eski bayramların güzelliğinden falan asla bahsedilmedi. Ekip bir ânın sonsuzluğu değil belki ama sonsuzluktan bir ânın tecellisine şahit olmuşçasına şimdiye odaklanmıştı. Feyyaz Kandemir yeni projelerinden bahsediyor, Sulhi Ceylan Mehmet Emir’e Kadıköy’ün güzelliklerini anlatıyor, Celal Kuru çayını höpürdetirken bir yandan nasıl yapsam da kendime bir kitap hediye ettirsem diye düşünüyordu. Konu akışı bulanık mantıktan şehir efsanelerinin aslında taşra efsaneleri olduğu gerçeğinin tespitine doğru zikzak çiziyordu. Sulhi ve Feyyaz Şebinkarahisar kömelerinin verdiği kuvvetle Celal ve Mehmet Emir’i kaba softa ham yobaz olmakla itham ediyor, onlara kendilerini savunmaları için asla fırsat vermiyor, fazla enerjiyi kanalize edecek bir hedef bulduklarını sandıkları anda şehvet ve gazabın esiri olduklarını fark edip özür diliyor ve Bahadır hakkında ileri geri konuşmaya başlıyorlardı. Ömer Ertürk’e bir türlü ulaşılamıyor, Mehmet Raşit’in kulakları çınlatılıyor fakat Abdullah Karaca’nın bahsi hiç mi hiç geçmiyordu. Beklemenin felsefesi yapılırken ölümün müspet yönlerine dikkat çekiliyordu. Ekip Kadıköy Yeldeğirmeni’nde az bilindik tenha bir mescidin kapandığını, daha doğrusu mescidin bulunduğu binanın komple satıldığını görünce burkuldu. Bu dış minnakların oyunu olmalıydı. Belki de bu işin faili İstanbul’un uğradığı her felakette tatilde olabilmeyi başaran Eko Başgan’dı. Fakat bunun ne önemi vardı? Kıyamet ensemizdeydi işte! Yemen taraflarından bir rüzgâr esebilir, İsrafil aleyhisselam her an sûra üfürebilirdi. Ölüm, anlamı var eden gerçekti. Ekip bıçağı boğazında hissetse de kurban olacak kıvama gelmemişti henüz. O vakit iğne kırılıp atılmalı, çuvaldız kan içinde kalmalıydı. Kadıköy semalarında bir martının çığlığı duyuldu. Ekip kendisini hedef alan bu çığlığı işitince irkildi ve derhal eve varıp bir örtünün altına girme hissiyle doldu. Besbelli ki bu çığlık nefsine mâil olanın İsmâil olamayacağını haykırıyordu.
Edebifikir
9 Yorum