Bir Kadıköy Kaçamağı ya da İnsan Ne Zaman Kendi Olur?

İnsan ne zaman kendi olur? Ya da insan kendine karşı ne zaman samimi olabilir? Sulhi, Serdar ve Feyyaz bir yaz akşamı Kadıköy’de buluştuğunda, üçlünün gün boyu peşinden koştuğu ve bir türlü cevabını bulamadığı sorular bunlardı. Ne zaman cevaba yaklaşsalar sorunun bilinmeyen başka bir yönü ortaya çıkıyor ve bir girdap misali üçlüyü içine çekip bilinmedik sokaklarda bırakıyordu. Gerçi Sulhi kaybolmakta mahirdi. Feyyaz kelimelerinin köklerinde cevabın saklı olduğuna inanıyordu. Serdar ise kavanozun dışına sadece içindeki sızar diyordu.

Üç arkadaş bu sorunun peşinde Kadıköy’ün sokaklarını adımlarken aslında her biri bir umudun peşinde ama kendi umutlarının peşinde biteviye yürüyorlardı. Hani bir şey olacak ve her şey değişecek beklentisi genelde insanları sarar ya! İşte bu beklenti her ne kadar Sulhi’yi sarmasa da Feyyaz ve Serdar hâlâ umutlarını büyütmeyi terk etmemişlerdi.

Üçlü, Çaykolik’te dertlerini masanın üzerine bıraktığında Kadıköy’de hareketlenme başlamıştı bile. Feyyaz, Sulhi’ye bu da ne şimdi böyle der gibi bakarken Serdar’ın gözleri gülmeye başlamış ve sanki ne olacağını sezmişçesine haydi biz de halkın arasına karışalım diyordu. Bu arada Sulhi telefona sarılıp Abdullah Karaca’yı aradı ve aynen şunları söyledi: “Kadıköy’deyiz, sokakta kıpırdanma başladı, estetik ve hazzın dansını izlemek istiyorsan hemen kop gel. Ama unutma eğer gelirsen bir daha asla eski Abdullah olamazsın ve eğer gelmesen evine ekmek ve yoğurt alan bir adam olarak kalmaya ömrün boyunca devam edeceksin.” Telefon kapandığında ekip Abdullah’ın gelip gelmeyeceğini düşünmeye başladı. Abdullah, hayatı boyunca bir buluşmaya vaktinde gelmemişti. Çünkü vakit onun üstünden değil o vaktin üstünden geçiyordu ve bu sebeple ne kadar geç kalsa, bu geç kalmışlığı sebebiyle kendini suçlu hissetmiyordu. Dolayısıyla Abdullah’ın gelme ihtimali nerede ise yoktu ama nedense Sulhi, sesindeki heyecanı duydum. Gelecek, gelmek zorunda, diyordu.

Ekip sahile geçmiş ve denize nazır bir bankta oturup hem Abdullah’ı bekliyorlar hem de Türk şiirinin geleceğini konuşuyorlardı. Ama ne konuşurlarsa konuşsunlar konu bir şekilde “İnsan ne zaman kendi olur?” sorusuna çıkıyordu. Çünkü insan başkası olduğu zaman kendi olamazdı. Aklını kiraya verdiği zaman kendine ihanet etmiş olurdu. Sevdiği zaman ise kendi olmaktan çıkıp sevdiği oluyordu. Konu iyice dallanıp budaklandığında Abdullah Karaca o istihzalı gülüşü ile birden görünüverdi. “Yeşilçam filmlerindeki Türkçeyi özlüyorum, İstanbul kendini kaybediyor, dilimiz güdükleşiyor, İstanbul koca bir köye dönüyor, farkında değil misiniz?” diyerek sohbete bir anda giriş yaptı. Hemen, şu an konuşulan İstanbul Türkçesi masaya yatırıldı. Türkçenin sorunları, hız ve haz peşinde koşan insanın dil ile ilişkisi, dile olan ihtiyacın hissedilişi gibi meseleler tartışıldı, çözüm önerileri sıralandı ve konu yine insanın neden kendi olamadığına geldi.  Feyyaz Türkçeye daha fazla önem vermeliyiz, dil hafızadır derken Abdullah sizi özledim, çok ihmal etmişim bu buluşmaları, bence insan kendini kaybetmeden kendisi olamaz, önce yokluğunun farkına varmalı dedi. Serdar, sanki bu cevapları dinlememişçesine daha dibe, en dibe inmeliyiz. Öncelikle insan nasıl insan olur sorusunu cevaplamak zorundayız ve bunun için metafizikten önce fiziğin bilgisine yoğunlaşmamız gerekiyor, dedi. Sulhi ise insan zayıflıklarını fark etmeden ve acizliğini görmeden bu sorunun cevabına yaklaşamaz. İnsanın kendisi olması için kendisine otopsi yapması gerekir. Ama kim duygularını yarıp içine bakarak kendiyle yüzleşmeyi kabul eder ki, dedi.

O esnada oturdukları bank sanki hareket ediyor ve denize doğru sürükleniyordu. Abdullah hemen “Ben yeni evliyim, hayır beni almayın” dese de Sulhi ellerinden sıkıca tutup denizin sularıyla buluşmayı beklemeye başladı. Bir rüzgâr esip hava aydınlanmaya başladığında bank yerinde duruyordu ama üzerinde oturan kimse yoktu.

Edebifikir Haber Ajansı

DİĞER YAZILAR

7 Yorum

  • Rana Özge Hisarcıklı , 20/07/2018

    Sayın Aydoğan K’nın ”K”sı hakkında yapılan hiçbir açıklama gerçeği yansıtmamaktadır.

    Sayın Aydoğan K, ”K”sıyla gündeme gelmekten memnun değildir. Ülkemizin onlarca sorunu varken, bu tarz dertleri gayrı ciddi bulmakta ve tasvip etmemektedir.

    Sayın Aydoğan K adına
    Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu ve Genel Menejeri Rana Özge Hisarcıklı

  • 250 yıldır uyuyan bekçi , 20/07/2018

    sulhi ceylan
    abdullah karaca
    aydoğan korkmaz
    raşit küçükkürtül

    bunlar buluşmadan uyandırmayın beni.

    • sadık , 20/07/2018

      Bildiğim kadarıyla Aydoğan beyin soyadı Karahanlı.

    • Gülşen , 20/07/2018

      Oradaki ”K” soyadını değil ikinci adını belirtir. Bilmeden yazmayın. O ‘K’ da Korhan. Yani doğrusu Aydoğan Korhan Yılmaztürk. Gerçek soyadı Yılmaztürk yani

    • Dermotolog , 20/07/2018

      Yazmayayım diyorum ama dayanamadım. Ben, kendisiyle zamanında tanışmış ve bunu sormuştum. Bana dediği soyadının Karapençe olduğu.

    • araştırmacı gasteci , 20/07/2018

      siz daha orda mısınız, gerçek adının Doğanay olduğunu biliyor muydunuz?

  • sun tzu , 19/07/2018

    yılları yılları kovaladı… kimler gelip geçmedi ki bu buluşmalardan… yeni katılanlar oldu, ayrılanlar oldu, ayılanlar oldu, bayılanlar oldu, ölenler oldu, olanlar oldu allahım ama değişmeyen tek şey sulhi ceylan.

    sulhi ceylan’ı eski bir sevgiliye benzetebiliriz pekala… gidenlerin boşluğunu dolduracak yeni “sevgili”leri hep buluyor.

    herkes gelip geçiyor, bir şeyler değişiyor ama sulhi değişmiyor. aslolan sulhi, geri kalan herkes onun saçlarını tarayan bir rüzgar sadece. çünkü sulhi yanlış yerde: kadıköy’de. yanlış yerde bekliyor. yanlış yerde arıyor hayatı, hakikatı, anlamı. yanlış sokaklarda debeleniyor. bu yüzden bir türlü geçmiyor o sıkıntı, o keder, o yalnız kalma korkusu, o boşluk, o… o… o…

    yanlış yerde olmanın bedelini ödüyor ama farkında değil. ve hiç farkında olmadan göçüp gidecek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir